İnce Memed3(3)

by ersinozgurbuz

502

düşman başına vermesin. Dedim ki ona, günlerdir diyorum ki ona, bana açıldığı günden bu yana, ulan, diyorum, bizim İnce eşkıya adamdır, dağda belde adamdır, onun arkasında benim gibi bir adam gerek. Git sor, paraya pula, silaha cephaneye, yatağa, adama bir ihtiyacı var mı, yerini bilmiyorum, diyor da Topal şeytanı lain başka bir şey demiyor. Kimseye, kendi gözüne bile güvenmiyor.”

“Sana çok güveniyor Efendi.”

“Şimdi anladım güvendiğini.”

“Ferhat Hoca işini de sana söyledi mi?”

“Söyledi.”

“Daha nasıl güvensin sana Efendi?”

“Güveniyor.”

Memed başını önüne eğdi, bir süre daldı gitti. Arada bir başını kaldırıp bir Kasıma, bir Temire bakıyor, sonra geri indiriyor, dalıp gidiyordu.

“Söyle Memed oğlum, bir zorun mu var, benden bir isteğin mi var?”

Memed başını kaldırıyor, bir onun yüzüne, bir Kasıma, bir Temire bakıp geri indiriyordu.

“Söyle arkadaş içindekini, sıkılma, beni baba, ağabey bil. Ne istersen bana her şeyi açık açık söyle. Hiçbir boka yaramadım şu dünyada para biriktirmekten başka, her şey, bütün öfkem içimde kaldı. Şu kasaba Ağalarına baktıkça kusacağım geliyor, şu insan müsveddelerine, merhametsiz, yalancı, korkak canavarlara… Gittikçe ben de onlara benziyor, onlar gibi hileci, belki onlardan da bin beter yalancı, ikiyüzlü, kendime, evime, çocuklarıma, dostlarıma, sana, Aliye bile ikiyüzlü oluyorum, onlar gibi… Gözünü seveyim, benden ne istiyorsan söyle. Açık konuş benimle.”

“Yörüklerin kışlaklarını ver onlara,” diye sert, bıçak gibi konuştu İnce Memed. Sesinin böyle gür, keskin, buyurucu çıkmasından da utandı, başını önüne eğdi.

“Veremem.”

“Vereceksin,” diye öfkelendi İnce Memed. Molla Duranın “Veremem” diye sert çıkması işine yaradı. Artık o da ondan daha sert olabilirdi.

503

“Kimseye malımdan, tapulu toprağımdan, canım gitse de bir avuç veremem. İki gözüm İnce Memede bile. Ben onları nasıl kazandım sen biliyor musun, bir can için, canımdan korkup da ben toprağımı birisine verir miyim sanıyorsun İnce Memed?”

“Durun,” diye söze karıştı Topal Ali. “Ortada bir yanlışlık olacak. İnce Memed senin tarlalarının tapusunu istemiyor, Yörükler gene eskisi gibi konsunlar da para vermesinler, diyor. Yörükler çok fıkara düştüler. O topraklar onların…”

“Allahım,” diye güldü Molla Duran Efendi. “Onlardan da ben çil çil altınları sayarak aldım. Söyle Yörükler gelsinler otursunlar. Sen yaşadığın sürece, dağda da olsan, düzde de olsan, yatalak hasta da olsan onlardan otlakiye, toprak bastı parası almayacağım.”

“Sen sağ ol Molla Duran Efendi.”

“Sen de sağ ol İnce Memedim, oğlum, yiğidim. Allah seni dağlarımızdan eksik etmesin. Bundan sonra ne ömrüm varsa Allah onu benden alsın da sana versin.”

Önce Topal Ali, sonra eşkıyalar ayağa kalktılar, Molla Duran Efendi onları konağın kapısına kadar uğurladı.

“Dinle beni İnce Memed, bu ovada her ne hacetiniz varsa tarafımızdan görülecektir. Sizden de bu Molla Duran Efendi hiçbir şey istemeyecektir. Bes, kimse tarafından ben sağ iken, topraklarıma el bile sürülemeyecektir. Canımı koyarak aldığım o topraklar da benim insanlığımdır, İnce Memedlik nasıl senin insanlığınsa… Allah yardımcınız olsun ve de kılıcınız keskin… Ferhat Hocaya selam söyleyin.”

Ali o sırada, onlar Duran Efendiyle konuşurlarken kılığını değiştirmiş eski köylü donuna girmişti.

Onlar ev aralıklarından hapisaneye doğru yürürlerken, tepeden de Sinemoğlunun cayırtısı başladı. Yalnız mitral yozu takırdatmakla yetinmiyorlar, beş mavzer de beş yerden durmadan ateş ediyordu kasabanın üstüne.

Duvarın üstündeki nöbet yerindeki candarmanm yere yattığını, “parola, yasak,” dediğini duydular. Topal Ali bir kedi gibi duvara tırmanıp nöbetçiyi mengene gibi elleriyle tuttu: “Sus ulan Sivaslı,” dedi, “bana Sinemoğlu derler, kanını içerim se-

nin.

504

“Kıyma canıma Sinemoğlu!”

Topal Ali candarmanm tüfeğinin mekanizmasını çıkardı aldı.

“Bunu hapisanenin kapısının yanına koyarım giderken. Kötü bir şey yapmıyoruz, iftiraya uğramış Allahm adamı Ferhat Hocayı kurtarmaya geldik, sana ne oluyor?”

Duvardan kayarak aşağıya indi.

“Aç gardiyan kapıyı.”

Gardiyan kapıyı açtı.

Bu sefer yukardan, candarma komutanlığından etkili, bilinçli bir ateş başladı. Altı yedi kişi kadar vardılar.

“Asım Çavuş,” diye bağırdı Memed, “kasabayı kırk kişiyle sardım. Faruk Yüzbaşıyı da Vayvaya gönderdim, kötü bir şey yapmıyorum. Sen de biliyordun Ferhat Hoca adam öldürmedi. O, karıncayı bile incitmez. Onu alıp götüreceğim, ne var bunda… Eğer kurşun sıkmayı sürdürürsen, şimdi seni de alır dağa götürürüm. Anamın ve hem de Hatçenin ruhu, Kırkgöz Ocağının başı için söylüyorum ki, bilirsin beni, seni alır götürürüm. Sen de koca Çavuş, dosta düşmana rezil olursun.”

Asım Çavuş kurşunlarını kesti.

Gardiyan Ferhat Hocayla Yobazoğlunu içerden aldı getirdi İnce Memede teslim etti.

“Sizi gördüğüme çok sevindim İnce Memed Bey. Sizi görmek beni saadete gark eyledi. Hoca Efendiye karşı hörmette kusur etmedik zannedersem. Kendileri bizden zannedersem memnundurlar…” Eğildi Ferhat Hocanın elini öptü. “Güle güle Hocam, geçmiş olsun. Bakın, ne güzel, İnce Memed Bey sizi bihakkın tahliye ettiler. Ben size, buraya düştüğünüzden bu yana hiçbir suçunuz yok, kurtulacaksınız demiyor muydum, kurtuldunuz işte, gözünüz aydın. Biz de sizin sayenizde İnce Memed Beyefendiyi tanımış, görmüş olduk. Güle güle efendim. Kusurumuz olmuşsa, biz kulunuzu bağışlayınız efendim…”

505

Feleksiz Fazlı Yüzbaşıya şikayet ediyordu.

“Ben bu köyde kalamam Yüzbaşım. Beni öldürmediler, dövmediler bile ya, öldürmekten beter ettiler, benimle köyde hiç kimse konuşmuyor, kimse yüzüme bakmıyor, köyün köpekleri bile. Anam, kardeşlerim bile benimle konuşmuyorlar. Kertiş Ali Onbaşımız, köyde dayaktan geçirmediği kimse bırakmamış, anamın bile kaburga kemiklerini kırmış. Köylü dayak yediğine, zulümlere, aşağılanmalara kızmamış da düğünlerinin bozulmasına kızmış. Ben ne bileyim onun kimin düğünü olduğunu. Ben kasabaya koşarken köyde düğün müğün yoktu. Sonra da öğrenemedim bu düğünün nereden çıktığını, kimse benimle konuşmuyor ki, kime sorayım da öğreneyim o düğünün nereden çıktığını? Ben İnce Memedi bilmez miyim, onu senden de, kardaşımdan da, anamdan da daha iyi tanırım. Şu gözlerimle gördüm. Köylü onu yitirdiyse suç benim mi Yüzbaşım?”

“Suç senin,” diye gürledi Yüzbaşı. “Köylü seni bilmemeliydi. Öğrendikten sonra, sen de ortadan kaybolunca İnce Memed de kaçtı. Sen bana başka adamı göndermeliydin.”

“Adam bulamıyorum Yüzbaşım. Hepsi, yediden yetmişe bütün köylüler, Çukurovalılar ve hem de dağlılar onu ermiş eylemişler de bastığı toprağı öpüyorlar. Onun geldiğini size haber verdim diye anam bile konuşmuyor benimle. Bir şey yap Yüzbaşım, ben o köyde yaşayamam artık.”

“Pekiyi, yerine adam buldun mu?”

506

“Bulamadım.”

“Köye gideceksin.”

“Gidemem.”

“Emrediyorum.”

“Gidemem Yüzbaşım. İnce Memed bir daha köye gelirse ilk işi beni öldürmek olur.”

“Köye gelemez o bir daha.”

“Gelir Yüzbaşım. O hiçbir şeyden korkmaz. Hem gelir, hem de beni öldürür.”

“Sen köye gideceksin, o kadar. Haydi çık şimdi, benim işim var. Murtaza Ağaya git, sana para versin. Sen bugünden tezi yok köye git ve benim emrimi bekle. Seyrandan da gözlerini ayırma.”

Feleksiz Fazlı boynunu büktü ve yavaş yavaş Yüzbaşının odasından çıktı.

“Söyle Asım Çavuş,” diye masasından, palaskasına parmaklarını sokmuş Yüzbaşı kalktı. “Söyle, bu gece de gelecek mi o mitralyozlu eşkıya kasabayı kurşunlamaya?”

“Gelecek Yüzbaşım.”

“İnce Memed mi bu adam?”

“İnce Memed olamaz Yüzbaşım. O ciddi bir eşkıyadır.”

“Sen seviyorsun onu, değil mi?”

“Severim Yüzbaşım. O da beni sever.”

“Biliyorum Asım Çavuş. Düşman ama…”

“Düşmanın yiğidine can kurban.”

“Bu kim olabilir?”

“O küçüklerden, nam yapmak isteyenlerden birisi olabilir. İnce Memed ondan kasabayı bir gece basmasını istemişse…”

“O da meydanı boş bulup… Onu bu gece pusuya düşürelim de… Şu işi bitirelim. Kasabanın eşkıyalarca basıldığı Anka-rada bir duyulursa… Ferhat Hocayı, Yobazoğlunu da kaçırdı İnce Memed mahpusaneyi basarak, bu da duyulursa seninle ben ondan sonra ancak bir iş görebiliriz, o da Belediyeye, Muhacir Muradın yerine çöpçü yazılabiliriz.”

“Doğru Yüzbaşım, ben çarşıya insan içine çıkamaz oldum. Herkes bizimle alay ediyor gibime geliyor.”

“Alay ediyorlar. Görmedin mi Vayvay köyünü, herkes bi-

507

zimle alay ediyordu. Bunlar, bu köylüler bize ne kadar düşmanlar böyle… Korkuyorlar bizden. Sadece korkuyorlar. Bizi hiç sevmiyorlar. Eşkıyadan da korkuyorlar ya bizi hiç sevmiyorlar. Ne yapacağız şimdi?”

“Ferhat Hocanın kaçması?”

Kasaba hiç konuşmuyordu. Sanki hiçbir şey olmamıştı. Üç gecedir, eşkıyalar geliyorlar, kasabayı kurşunluyorlar, sabaha karşı da çekip gidiyorlardı. Murtaza Ağa bile telaş etmiyordu. İki gündür de ortalıkta yoktu. Yüzbaşı soruyor, adamlar çıkarmış araştırıyor, onu kimse bulamıyordu. Kaymakam da, Belediye Başkanı da sus pus olmuşlardı. Zülfü Beyinse ağzı kulaklarındaydı. Emekli yargıç Hüdai Beyin dilinin altında bir şeyler vardı da söylemiyor, konuşmuyorlardı. İnce Memed, Molla Duran Efendinin evini basmış, onun adamı Topal Aliyi yakalamış, elini ayağını bağlamış, öldürecekken, Molla Duranın yalvarması üstüne vazgeçmişti. Topal Ali de bu utanç verici olaydan sonra evden çıkmıyordu. Onurlu adamdı Topal Ali. İnce Memed gibi bir çocuğun onu yakalaması çok ağırına gidiyordu. Böyle bir adamın bu hale düşmesi, aşağılanması onun biraz da ölümü demekti. Bundan sonra Molla Duran ona niçin iş versindi.

“Topal Ali bize bundan sonra yardım edebilir, onu iz sür-j mekte kullanabiliriz, değil mi Asım Çavuş?”

“Benim bu adamı hiç gözüm tutmadı Yüzbaşım. Bana bı adam her zaman el altından bir şeyler çeviriyor gibi geldi. İki-1 yüzlü bir adam. Ya da İnce Memedden çok korkuyor.”

“Herkes bu adamdan çok korkuyor ya, ben onu kendi elimle öldüreceğim.”

“Şevket Yüzbaşı da onun ardmdaymış.”

Yüzbaşı güldü.

“Ardında,” dedi. “O hiçbir zaman beni çekemedi, şimdi de İnce Memedi elimden alacak. Biz onunla sınıf arkadaşıyız. O kadar eşkıya temizledi, yakaladı daha doymuyor.”

“Bazı insanlar doymaz,” dedi Asım Çavuş.

“Ağır Ceza Reisiyle görüşmeliyiz.”

“Sert bir adam Yüzbaşım…”

“Ferhat Hocanın hiçbir suçu yoktu ki… Biliyorsun Adem kayboldu gitti. Kim öldürdü Ademi biliyor muyuz? Belki de öl-

508

memiştir. Biz sırf Ali Safa Beyin hatırı için onu tevkif ettirdik. Adil bir mahkemenin onu beraat ettirmesi gerekti. O korkak, ağlayan inatçı adamın adı neydi?”

“Yobazoğlu.”

“Hah, o. Adam öldürebilir mi?”

“Oldüremez.”

“Öyleyse beraat etmeleri gerek.”

“Adil bir mahkeme onları çoktan beraat ettirmeliydi, delil kifayetsizliğinden.”

“Taşkın Halil Beyin…”

“Siz kendiniz gidin Ağır Ceza Reisine, her şeyi anlatın. Kaçmış değil de, beraat etmiş de bırakılmış gibi.”

“En iyisi bu ya… Ya Ferhat Hoca da eşkıya olursa?”

“Onu da sonra düşünürüz.”

“Bir de başımızda imam, eşkıya imam! Bir acayip iş.”

Akşamüstü candarmalar tam teçhizat hazırlandılar. Domuz tepesindeki çalılıkta pusuya yatacaklar, bu gece kasabayı kurşunlamaya gelen eşkıyaları pusuya düşüreceklerdi.

“Topal Aliyi de yanımıza alalım.”

“Alalım Yüzbaşım. Onu bir de böyle deneyelim. Belki bir faydası dokunur.”

Bir candarma gitti Topal Aliyi Molla Duran Efendinin yanından aldı getirdi.

Odaya giren Topal Ali, elinde lenger şapkası, çizmeleri, külot pantolonuyla hazır ola geçti.

Yüzbaşı ona otur demeden doğrudan doğruya soruna girdi:

“Şimdi, bu gece Asım Çavuşla pusuya yatacak kasabayı kurşunlamaya gelen eşkıyaları yakalayacaksınız. Otur.”

Topal Ali yandaki boş sandalyaya ürkek, sağına soluna ba-kınarak çöktü. Şapkasını dizlerine geçiriyor, ellerini bacaklarının üstüne koyabilmek için, şapka bir türlü dizlerinde durmuyor, düşüyordu. Asım Çavuş yerdeki şapkayı aldı sonunda, duvardaki çiviye astı.

“Sağ ol Çavuşum.”

Çavuşun elindeki yara izi Alinin gözlerinden kaçmadı. İnce Memed onu demek ki bu elinden vurmuştu. Bu Asım Çavuş

509

kadar akıllı, yürekli bir adamı görmedim, diye düşündü. Bu Çavuş böyle candarma olup sürüneceğine eşkıya olmuş olsaydı eğer şu dağlarda İnce Memedden de daha çok nam verir, adı dillere destan olur, bütün Türkiye Cumhuriyetinin candarmala-rı bir araya gelseler onu yakalayamazlar, vuramazlardı.

“İnce Memed sana çok kötülük etti mi?”

“Etmedi. O beni öldürecek. O bana kötülük etmez. Molla Duran Efendiyi, din adamıdır ya, saydı da beni öldürmedi.”

“Kimler bu kasabayı kurşunlayanlar, hiçbir fikrin var mı?”

“Bence küçücük, genç çocuklar bunlar. Aklı başında kimseler bunu yapmazlar.”

“İnce Memedin parmağı var mı bu işte?”

“Var. O, Ferhat Hocayı kurtarmak için candarmayı kasaba dışına çıkarmak istedi… Bunların da kasabayı kurşunlamak hoşlarına gitti. Durmadan kurşunluyorlar her gece. Çocuk dedim ya… Nam için. Yakında kim olduklarını dünyaya ilanat verirler.”

“Eğer bu gece biz onları yakalamazsak… Bu gece gelirler

mır

i?”

“Eğer öteki çeteler onların önüne geçmezlerse…”

“Kasabamız için yüzkarası.”

“Öyledir Yüzbaşım.”

“Sen ne diyorsun, gelirlerse yakalayabilir miyiz?”

“Asım Çavuş geliyor mu?”

“Geliyor.”

Ali gülümsedi:

“Öyleyse yakalarız. Ben de bir silah alabilir miyim?”

“Alabilirsin. Hem de kendi silahını…”

“Baş üstüne Yüzbaşım.”

“Ben kasabada kalıyorum bu gece. Siz istediğiniz kadar candarma alın yanınıza.”

Ali sevindi.

O gece Domuz tepeye gizlice çıktılar, çalıların arasına yerleştiler, sabaha kadar beklediler, kimseler gelmedi.

Gün doğunca Ali eşkıyaların izlerini sürdü bir süre.

“Bunlar altı kişiler,” dedi. “Altısı da acemi çaylak. Bugün de gelmelilerdi, niçin gelmediler? Öteki eşkıyalar ya onları vurmuş, ya da kulaklarını çekmiş olacaklar.”

510

“Keski onları yakalasaydık,” dedi Asım Çavuş. “Senin için de, benim için de iyi olurdu.” “İyi olurdu,” dedi Ali. “Bu İnce Memedi ne yapacağız?” “Onu yakalamak zor.”

“Zor ama yakalamalıyız. Yüzbaşı kederinden ölecek. İnce Memed diyor da başka bir şey demiyor.” “Herkes bir İnce Memed.” “Atını bile evliya ilan ettiler.”

“Ben biliyorum o atı,” dedi Topal Ali. “Ali Safa Beyin soylu atı. İnce Memedin değil ki…”

“Bütün dağlara emir verdik, yakalayın da getirin diye, kimse yaklaşamıyor o ata, niçin anlamıyorum. Vuramıyorlar da…”

“Attan korkuyorlar. Bizim köylüler böylesi hayvanlardan ürkerler. Onu yakalar, onu vururlarsa başlarına bir felaketin geleceğinden korkarlar.”

“Sen de korkar mısın?”

“Korkarım. İnce Memedi vururum da o atı vuramam.” O gün Asım Çavuş, Topal Ali candarmalarla birlikte yakın köylere kadar çıkıp geriye döndüler, kasabayı basanların kim olduklarını köylerde herkes biliyordu. Kasabaya geldiklerinde bütün kasabanın da bildiğini gördüler. İnce Memedin, üstelik de kasabayı bastırarak Ferhat Hocayı hapisten aldığı halde adından kimse söz etmiyordu. Varsa da eşkıya Sinemoğlu, yoksa da eşkıya Sinemoğlu.

Asım Çavuşla Topal Ali kasaba yöresinde bir hafta daha pusuya yattılar, o yörelerde kuş bile uçurtmadılar, ne gelen oldu ne de giden.

Yüzbaşı Asım Çavuşa:

“İşler karıştı Asım Çavuş. Ağır Geza Reisine, çok düşündüm, ben gidemedim. Hiç kimse de Ferhat Hocanın kaçırılışı üstünde durmuyor. Murtaza Ağa uğraşıyor şimdi bu işlerle… Bundan sonra seninle biz halledeceğiz bu işi. İşler de çok karıştı. Bir izci daha bulduk. Zülfü Bey de İnce Memedin bir arkadaşını getirecek bana. Onu İnce Memede göndermemizi istiyor. Kancıklayarak İnce Memedi öldürsün diye. Biliyorsun Çavuş,

511

ben bunu yapamam. Biraz ağınma gider bu iş. Yıllardır ben İnce Memedle karşı karşıyayım. Onu ben yakalamak, öldürmek isterim. İnce Memed de benden bunu beklemez.”

“Beklemez Yüzbaşım.”

“Çok acayip bir insan bu İnce Memed.”

“Bir eski zaman adamı.”

“Çok da genç. Ölümün ötesine geçmiş. Belki de yiğitliği, temizliği, mertliği bundan. Zülfü Beyin çiftliğinde çalışan eşkıyanın adı Cabbar. Onu sen hatırlıyor musun?”

“Hatırlamaz olur muyum…”

“Af çıktığında ilk teslim olanlardan birisi. Hani hep İnce Memedi anlatmıştı da bize, kendisinden hiç söz etmemişti. Deli Durduyu da söylemişti. İnce Memedi niçin sevdiğini de… Biz İnce Memed çetesini çok sanıyorduk, sadece iki kişi olduklarını ondan öğrenmiştik. Hoş bir adamdı, temiz, çocuk yüzlü. Şimdi Zülfü Beyin çiftliğinde çalışıyormuş. Bugün de Reise Taşkın Bey gidecekti. Diretiyor Reis. Varsın diretsin. Ama suçsuz Ferhat Hocaya acıyorum. O da çok hoş bir adam. Adalet yerini bulsun istiyorum. Yoksa öbür kısmını, biliyorsun kolay hallettik. Bu Murtaza yaman adam. Kasabayı istediği gibi konuşturuyor, istediği gibi herkesi düşündürüyor, inandırıyor. Kaymakam çok pasif. Müddeiumumi ateş gibi. Ben Cabbarm İnce Memedi kancıklamasını nasıl kabul ederim? Biliyorum başımıza

bela.”

Taşkın Halil Bey, o gece Ağır Ceza Başkanının evine gitti. O da eski bir hukukçuydu. Gençliğinde mahkemelerde çalışmış, sonra da kasabada bir süre davavekilliği yapmıştı. Ceza Reisiyle de sevişirlerdi.

“Buyurun Halil Bey, hoş geldiniz.”

Çok ince, saygılı bir adamdı Başkan. Dazlak kafalı, zeki görünüşlü, parlak gözlü, çok görmüş olduğu her halinden belli olan bir kişiydi. Kartal burnu, güçlü, geniş çenesi ona sert bir insan görünümü veriyordu. Babası da, dedesi de yargıçtı. Yargıç olmakla, bir yargıç soyundan gelmekle övünürdü. Babasının yargıç cüppeli karakalem resmi evinin duvarında asılı tek

resimdi.

Halil Bey, gevşemiş eski taban tahtalarını gıcırdatarak gitti

512

yargıcın gösterdiği çok eski, kumaşı solmuş, eprimiş bir koltuğa çöktü. Bu evdeki tek koltuğun yıllardır, ülkenin birçok ilini, kasabasını dolaştığı belliydi. Ağaç kısımlarını da yer yer kurt yemişti.

“Ne haber Halil Bey, çoktandır görüşemiyoruz?” “İşler,” dedi Halil Bey. “Memleket yeniden kuruluyor, işler başımızdan aşkın. Hem memleket işleri, hem şahsi işlerimiz. Şu çiftliği biraz yenileyelim, şu yıllardır boş kalmış toprakları biraz işleyelim, bir traktör, birkaç makina alalım dedik, mahsul hiç para etmiyor. Pamuklar da ambarlarda yığıldı kaldı, kimse satın almıyor. Adanadaki fabrikalar daha yeni yeni açılıyor. Ziraat Bankasının kasaları tamtakır, bir kuruşluk kredi vermiyor. O boş topraklara baktıkça yüreğim sızlıyor. Bir hasta, sakat işsizler ordusu ki ovada sürünüyorlar aç susuz. Tekmil ovada sıt-malanmamış bir tek kişiye rastlayamazsınız. Millet açlıktan yıllardır ot yiyor. Ot da olmamış olsaydı halimiz dumandı. Sapır sapır dökülüyor insanlarımız. İşler karmakarışık, ne yapacağımızı bilemiyoruz. Bir de başımızda bu eşkıyalar… Kasabayı bile keyifleri için basıyorlar, kurşunluyorlar. Murtaza Ağanın bu kadar korkmakta hakkı varmış, geçen gün İnce Memed sergerdesi Molla Duran Efendinin evine gelmiş, onun yeni bir adamı var, Topal Ali, onu öldürmek istemiş, Molla Duran Efendi rica etmiş de adamın canını kurtarmış. O da hapisaneden Ferhat Hoca nam kişiyi kaçırmış. Yüzbaşı Faruk Bey benden…”

“Yapamam Halil Bey!” Yargıç kızdı. “Hiçbir zaman böyle bir şey yapmadım, gene de yapamam…”

“Ama hiçbir suçu yokmuş Ferhat Hocanın.” “Hiçbir suçu yoktu da peki niçin adamı idamlık iddialarla karşıma çıkardılar, kati surette böyle bir şey yapamam. Adaleti oyuncak haline getiremem. Biliyorum, çok tecrübem var, bundan sonra bu kasabada beni rahat bırakmazlar ama ne yapalım, ben dededen bu yana hakim olan bir ailedenim, benim için adalet mübarektir, hiçbir şekilde onu kirletemem. Ferhat Hoca suçluydu da kaçınca mı suçsuz oldu? Bırakın bunları Halil Bey. Siz bu memleketin halasına kanıyla iştirak etmiş bir kişisiniz. Bunu benden istememeliydiniz. Eğer adalet zedelenirse biz bu memleketi zor ayakta tutarız. Bu Müddeiumumi-

513

yi de benim gözüm hiç tutmuyor. Hiç suçu olmayan bir adamı benim karşıma nasıl, nasıl getirirler deliller uydurarak, şahitler göstererek? Kederimden kahroluyorum Halil Bey… Biliyorum, memleket yeni kuruluyor, çok hatalar oluyor, ama adalet fikri, insan vicdanı çok eskidir. Ben onların arzularını maalesef yerine getiremeyeceğim. Ferhat Hoca, benim önüme getirilen delillerle mahkum edilecekse edilecek, beraat edecekse edecektir.”

Yargıç o kadar sert, kesin, inanmış konuşmuştu ki bir anda ter içinde kalmıştı. İkide birde de mendiliyle alnını siliyordu.

Karısı:

“Bu kadar öfkelenme Bey, kendini öldürüyorsun,” diye ona bir bardak su getirdi, sevecenlikle onun omuzuna okşarca-sma dokundu.

“Kahroluyorum Hanım, şu memleketin haline kahroluyorum. Biliyorum, bu günleri de atlatacağız ama… Çok zor olacak… Karşıma gelen, suç işlemiş köylüleri bir görseniz, kendimden, insanlığımdan utanıyorum.”

“Zor meslek sizinki,” dedi Halil Bey. “Çok zor. Allah yardımcınız olsun.”

‘”Lor” dedi kıpkırmızı kesilmiş Yargıç. “Şimdi ben önüme getirilen delillere bakarak Ferhat Hocayı cezalandırsaydım, ne olacaktı? Şimdi de aynı adamlar karşıma gelmişler, suçu yok, diyorlar. Ben ne yapayım ben? Ben kanun adamıyım. Biz mesleğimizde babamızdan, dedemizden böyle gördük. Kahroluyorum Halil Bey… Beni anlıyor musunuz? İnsanın içindeki adalet duygusunu köreltirsek, insanın insana saygısı kalmaz. İnsanın insana itimadı, hürmeti kalmayınca da bir yerde insanlık çok şey kaybeder, hayat çirkinleşir.”

Yargıç coşmuş konuştukça konuşuyordu.

“Biz yeni bir memleket kurarken çok adil olmalıydık.”

Başını kaldırdı, bir tuhaf Taşkın Halil Beye baktı.

“Şimdi bu Ferhat Hoca eşkıya mı olacak?”

“Belki de,” dedi Halil Bey. Çok utanmıştı, elini koyacak yer bulamıyordu, yanma, koltukla bacağının arasına sakladı elini.

“Şimdi adam eşkıya olur da bizden görmediği adaleti kendisi dağıtmaya çalışırsa, köylüler de İnce Memed gibi onu evli-

514

ya mertebesine yükseltirlerse biz ne yapacağız, bu adam haksız mı, diyeceğiz?”

Halil Bey bilgiç bir tavırla:

“Bu adam eşkıya olacak, hem de kanlı bir eşkıya.”

“Biz onu beraat ettirsek de… Bu duruma göre suçsuz olduğu anlaşılıyor, gene eşkıyalıkta devam eder mi?”

“Belli olmaz ki insanoğlu, belki de hiçbir şekilde eşkıya olamaz.”

Yargıç bir su daha içerek düşüncelere daldı. Sonra da güldü.

“Bu insanoğlu hiç belli olmuyor. Şu Yüzbaşıya da doğrusu acıyorum. Burada, bu kadar eşkıyanın, asker kaçağının karşısında tek başına bırakılmış. Bir de karşısında bu kasaba canavarları… Küçücük bir menfaatleri için, Halil Bey, yapmayacakları yoktur. O da öfkelendikçe, sıkıştıkça öfkesini köylülerden alıyor. Karşıma getirilen köylülerin hallerini görüyorum, görüyor ve de kahroluyorum.”

Taşkın Halil Bey ayağa kalktı, o da terlemişti.

“Kasabayı bile bastılar, üç gece mitralyozla taradılar. Durumumuz müşkül.”

“Müşkül,” dedi Yargıç. “Allah yardımcımız olsun.”

Taşkın Halil Beyi kasaba ileri gelenleri, Kaymakam, Belediye Başkanı belediyede bekliyorlardı.

Altın dişli, yakışıklı, eski bir kunduracı olan Belediye Başkanı onu daha yolda karşıladı.

“Ne oldu?”

“Ne olacak, Reis yağdı gürledi, ağzına geleni söyledi ama Ferhat Hocayı beraat ettirecek.”

“İsterse ettirmesin,” dedi Murtaza Ağa. “Ferhat Hoca yok. Ne hapse girdi, ne de çıktı. Hiç kimse bilmiyor bunu, bilmeyecek de… Kasabayı da kimsecikler basmadı. O kurşun sesleri var ya, candarmaların kaçakçılarla giriştikleri müsademelerin kurşun sesleriydi. Bunları da bugün öğrendik.”

Molla Durana döndü, onu omuzundan tuttu:

“O senin eve gelen de İnce Memed değildi, öyle mi?”

“Değildi.”

“O İnce Memed de yakında yakalanacak, şu kasabanın or-

515

tasında o Ferhat Hocayla birlikte asılacaktır. Şimdi Zülfü Bey kardaşımızı dinleyelim.”

“Dinleyelim,” dedi Kaymakam.

“İnce Memedin bir eşkıyalık arkadaşını buldum, adı da Cabbar. Uzun Cabbar diye tanınıyor. Afta İnce Memedle birlikte dağda gezerken düze inmiş. Tesadüfen öğrendim. Bizim çiftlikte çalışıyor. Sessiz, etliye sütlüye karışmayan bir kişi. Eşkıya demeye bin şahit ister. Köylüler onun çok cesur, namuslu, İnce Memedi İnce Memed yapan kişi olduğunu söylediler. Ben de düşündüm ki, onu İnce Memede eşkıya gibi gönderelim, o da uyurken İnce Memedi bir gece öldürüversin. Bunu Yüzbaşıya söyledim, kabul etmedi. İlle de İnce Memedi ben yakalayacağım, ben öldüreceğim, diyor. Bencil…”

Murtaza Ağa:

“Ya İnce Memed, kasabayı basan, hapisaneden adamlar kaçıran, Vayvay köyünde düğün kuran İnce Memed, Yüzbaşı onu yakalayamadan, ya o bizim hepimizi öldürürse? Hep birlikte Yüzbaşıya gidelim onu ikna edelim.”

“Ben çok rica ettim.”

Belediye Başkanı:

“O beni sever, beni dinler.”

Kaymakam:

“En kolayı Cabbar formülü. Yüzbaşının bunu kabul etmesi gerek. Ama Cabbara sordunuz mu, kabul etti mi, yiğit bir adam diyorsunuz, öylesi bir adam arkadaşını kancıkça öldürmeyi kabul eder mi?”

Zülfü Bey kahkahayla güldü:

“Sormadım ama kabul eder. Ben ona kabul ettiririm. Daha küçücük küçücük üç çocuğu var.”

“Siz Yüzbaşıya kabul ettirin yeter ki, ben Cabbara kabul ettiririm,” dedi güvenle Murtaza Ağa. “Ben de duyardım Cabba-

di.

“Biz de bu iyiliğinin altında kalmayacağız, Yüzbaşım,” de-

ri.

Yüzbaşıyla ertesi sabah konuşmaya karar verdiler.

Sabah erkenden Kaymakam, Belediye Başkanı, Taşkın Halil Bey Belediyede buluşup Yüzbaşıya gittiler. Ve Yüzbaşı bir süre direttikten sonra kabul etti.

Eski komitacı Taşkın Halil Bey:

516

“Ne gibi?”

“Eğer Cabbar onu öldürürse, biz de Ankaraya, Adanaya, bütün dünyaya İnce Memedi senin öldürdüğünü ilan edeceğiz.”

Kaymakam:

“Çok güzel bir fikir.”

Belediye Başkanı coşkun bir adamdı, ayağa kalktı, Yüzbaşının elini yakaladı, ardından da onu kucakladı:

“Sizi şimdiden tebrik ederim Yüzbaşım. Ha siz öldürmüşsünüz İnce Memedi, ha böyle bir tertiple öldürtmüşsünüz, gene şeref sizin.”

“Ben bunu kabul edemem. Ben bu sahtekarlığı… Bu adam ortadan kalksın da onu kim öldürürse öldürsün. Ama onu ben öldürmek isterdim, o adam benimle çok oynadı, onurumla benim. Onu yakalamak, konuşmak sonra da onu öldürmek isterdim. Ardında gençliğimi tükettim. Ne yapalım, şimdi de onu tertiple, kancıklayarak öldürteceğiz. Ne yapalım… Ben düşmanıma böyle bir oyun oynamak istemezdim. Düşmanıma, hem de düşman-ı biamanıma…”

“Teşekkür ederiz Yüzbaşım.”

“Hürmete şayan bir insansınız.”

“Murtaza Ağa Cabbarla konuşacak, ona kabul ettirecek.”

Yüzbaşı içini çekti:

“İnşallah kabul etmez,” dedi kederden kahrolan bir yüzle. “En büyük düşmanıma bile bunu yapmak, onu en yakın arkadaşına öldürtmek istemezdim, ne yapayım ki çaresizim. Önümüz de kış, hiçbir harekatta bulunamam. Onun da tezelden imhasını herkes istiyor, herkes o adamdan niçin bu kadar korkuyor, anlamıyorum.”

“Korkuyoruz, ben bile ondan korkmaya başladım Yüzbaşım,” diye onun sözünü kesti Taşkın Halil Bey.

“Siz de mi?”

“Ben de Yüzbaşım.”

“İnşallah kabul etmez Cabbar ya, ben bu köylüleri yakından bilirim. Korkusundan, hele üç çocuğu da varsa ırgat Cab-barın, zaruretten kabul edecektir.”

517

“Üzülmeyiniz Yüzbaşım, neticeden çok memnun kalacaksınız.”

Yüzbaşı onları merdiven başına kadar uğurladı. “Asım Çavuş, duydun mu?” “Duydum Yüzbaşım.”

“Kabul edecek mi Cabbar?”

“Kabul ettirecekler.”

“Cabbar bu işi becerebilecek mi?”

“Onu iyi tanırım, mert, kendi halinde, çok iyi bir adamdır. Teslim olduğunda, İnce Memedi bıraktım geldim dağlarda, diye çok üzülüyordu. Kendine yediremiyordu arkadaşını tek başına dağlarda bırakıp indiğini. Ben onu teselli etmeye çalışmıştım. Demek Zülfü Beyde çalışıyormuş ha? Belki de İnce Memedi öldürebilir.”

“En yakın arkadaşını öyle mi, ah bu bizim köylüler…”

“Böylesi eşkıyaları çoğunlukla arkadaşları…”

“Hiç mi arkadaşlık… Arkadaşlık bir insanın canından daha değerli değil mi? Belki de Cabbar gider de İnce Memed çetesine girer, her şeyi ona anlattıktan sonra.”

“Olabilir…”

“Böyle bir şey olursa çok sevineceğim.”

“Ben de,” dedi Asım Çavuş.

“Biz şimdi, Cabbar ona yetişmeden, İnce Memed daha toparlanmadan bir harekata girişsek…”

“Önümüz kış, Torosta da yağmurlar başladı.”

“Kaç kişisi varmış yanında, dedin?”

“Fazlının söylediğine göre üç kişilermiş.”

“Bahara kadar toparlanırlar.”

“Toparlansınlar. Biz de toparlanırız.”

“Cabbar?”

“Belli olmaz,” dedi Asım Çavuş. “Beceremezse ölüsü de gelir.”

“İnce Memed en yakın arkadaşını öldürür mü?”

“Öldürür,” dedi Asım Çavuş.

Zülfü Bey o gün çiftliğe Cabbarı alsın gelsin, diye bir adam gönderdi. Cabbarla Murtaza Ağa konuşacaktı.

Murtaza Ağa:

518

“Eğer,” diyordu ellerini kıvançla ovuşturarak, “eğer Cabbar bu işin altından kalkamazsa, elimde bir kozum daha var ki koz derim size. Değil İnce Memedi öldürmek, bütün dağlardaki eşkıyaların tozunu attırır. Ama ben, doğrusu bu Cabbara da çok güveniyorum. Ulan şu Zülfü yok mu, şu Zülfü, eğer onun üstüne bir adam daha varsa şu Çukurovada, ben de şu iki elimi ve hem de şu bıyıklarımı kökünden keserim.”

Cabbarı sabırsızlıkla bekliyor, onun nasıl bir adam olduğunu çok merak ediyordu. Teslim olduğunda onu karakolda görmüştü, öbür eşkıyaların arasında, İnce Memedin arkadaşıdır, diye azıcık üstünde durmuştu, o günden bugüne çok bir zaman geçmişti, ancak büzülmüş, iki kat olup oturmuş çok uzun boylu bir adamı şöyle böyle anımsıyordu. “Yüzbaşı çok üzülecek.”

“Üzülsün,” diye güldü Murtaza Ağa. “Ona ne oluyor? Biz gönderiyoruz Cabbarı. Ona, bunu haber vermenin bile lüzumu yoktu. O kendi işine, kasabayı İnce Memede bastırdığına karışsın. İnce Memed herhangi bir şekilde öldürülürse mesulü o mu olacak? Gene bize şükretsin o Yüzbaşı, beceriksiz, İnce Memedi Cabbara biz öldürteceğiz, ya da başkasına, parsayı o toplayacak. Eğer bu Cabbar da bu işin üstesinden gelemezse, bende de bir adam, bir adam, bir adam var ki İnce Memedi su gibi içer. Yalnız şimdilik, ince bir taktik icabı onun adını kimsecikler öğrenemeyecekler. Ben adamımı İnce Memedi öldürmeye gönderdiğimde de bunu ne kimseye söyleyeceğim, ne de kimseye bir şey soracağım, ne de muhterem Yüzbaşı Faruk Beyden icazet dileneceğim. Hele Cabbarı bir deneyelim. Ben, maşa dururken közü elimle tutmak, kendi adamımı zahmete koşmak istemiyorum. Çünkü o kahraman insan, o bana, bu kasabaya her zaman lazım olacak bir cesur, gözü kanlı kişidir. Öyle kişiler ancak bir asırda bir kere gelebilirler bu Çukurovaya ve hem de biltekmil Toros ve hem de Binboğa dağlarına. Bende de bu adamlardan bir değil, iki alıcı kuş var.”

“Şimdi anladım sendeki değişikliğin sebebini,” diye güldü Taşkın Halil Bey. “Ağzın kulaklarında. İnce Memedden de hiç korkmuyorsun.”

“Onun için İnce Memed çantada keklik.”

519

“Ne sandın ya oğlum Zülfü?” diye gürledi Murtaza Ağa. “Tabii İnce Memed çantada keklik. Beni Ali Safa mı sandın? O İnce Memed benim için bir içimlik su bile değil… Onun benim için bir karınca kadar bile hükmü yok. O İnce Memed mi ne kı-zılkurt, o, ayağı yalın, çıplak köylü mü ne, o öksüz… Öylesi bin eşkıya benim için bir kuru çöp bile değil. Onu bağırlarına basan köylülere de bu muhterem Türkiye Cumhuriyetinin bir sözü olacak, Yüzbaşıya da…”

Arif Saim Beye de diyecekti ya sustu. Öyle durup dururken ortaya attığı o söz ortalığı velveleye vermiş, Adana, Ankara ve hem de İstanbulu çalkalamıştı. Aldığı son haberlere göre, Arif Saim Beyin Mustafa Kemal Paşaya suikast yapacağı haberi bütün ülkede bomba gibi patlamıştı. Ankarada yüksek rical Mecliste, rakı sofralarında, gazete matbaahanelerinde hep bunu konuşuyorlardı. Kasabada da bu suikast işini herkes biliyordu ya, hiç kimse öyle uluorta konuşamıyordu. Ateş olmayan yerden duman çıkmazdı. Belki de doğruydu, Murtaza Ağa böyle mühim bir hadiseyi kendi işkembeyi kübrasmdan çıkaracak değildi ya… Nasıl olsa Mustafa Kemal Paşanın da kulağına gidecekti bu hadise. İşte o zaman gör sen, Zülfüyü ve işte gör sen Arif Saim Bey adındaki milli kahramanı! Boğazında ip, göğsünde yafta, ipte sallanan Arif Saim Bey ve de Zülfü ve hem de yandaşları…

Zülfü onun birkaç kere ağzını aramış, Murtaza Ağa hiçbir şey duymamış gibi davranmış, oralı bile olmamıştı. Biliyordu ki, Zülfü bir gün bu meseleyi onunla açık açık konuşacaktı. Şimdiden ödü kopmaya başlamıştı.

Cabbarı gördüğünde, Murtaza Ağanın gözü onu hiç tutmadı. Ayağında çiftçi edikleri, bacağında solmuş, yırtık bir kara şalvar, başında siperliği kırılmış bir kasket, süklüm püklüm, soluk yüzlü bir adam, utangaçlığından da kimsenin yüzüne bakamıyor.

Konağa geldiğinde çok erkendi. Murtaza Ağa, aba altında er yatar, diye düşünerek onu iyi kabul etti, kahvaltıya çağırdı. Cabbar kahvaltıda şaşkındı, çayı içerken, tabaklardan peyniri, zeytini alırken bir kere olsun başını kaldırmamış, onun yüzüne bakmamıştı. Elleri de titriyordu. Sofradaki bala, tereyağına elini bile sürememişti.

520

“Evet Cabbar Efendi, demek sen İnce Memedin arkadaşıydın?”

Cabbar sıkıldı, utandı, bir şeyler söylemek istedi söyleyemedi.

“Demek öyle ha, sen dağda İnce Memedle mi gezdin, birlikte mi başladınız eşkıyalığa?”

“Daha önce ben Deli Durdu çetesindeydim, Deli Durdu Kerimoğlunu dövünce… Evini de soyunca ben de, bir de Recep Çavuş ondan ayrıldık, İnce Memedle birlikte dolaştık. Recep Çavuş da Akçasazda ölünce biz Memedle birlikte kaldık.”

“Hep iki kişi miydiniz?”

“İki…”

“Sen neden eşkıya çıkmıştın?”

“O adam anamı çok dövdü de… Anam ölünce de ben… İşte onu…”

“Sonra?”

“Sonra af çıkınca ben indim. İnce Memed dağda kaldı, dağda kalınca da Abdi Ağayı öldürdü, sonradan da ortalıktan yitti gitti, imi timi bellisiz oldu. Bir de baktım, Ali Safa Beyi öldürmüş, dediler. Ayrıldığımızdan sonra ben onu hiç görmedim.”

“Şimdi İnce Memed dağda, geçen gün de kasabayı bastı, Topal Aliyi öldürecekti, Molla Duran Efendi de onu elinden aldı, yalvararak yakararak. Sen biliyor musun İnce Memedin Topal Aliye niçin düşman olduğunu?”

“Biliyorum, İnce Memed söylemişti bana.”

“Niçin?”

“Topal Ali, İnce Memed Hatçeyi kaçırdığında onun izini sürüp onu yakalatmış da, İnce Memed onun yüzünden eşkıya olmuş da, bir de Hürü Ana var ya, ona, ille de Topal Aliyi öldür, diyor da, o da Hürü Anayı hiç kıramaz da…”

“Nasıl bir adam bu İnce Memed, çok mu yürekli?”

“Yürekli de söz mü, deli o. Kendisini ateşin içine kapıp koyuverir. Yeter ki gözlerindeki o ışık bir kez yanmasın.”

“Nasıl bir ışık o?”

“Nasıl bir ışık olduğunu bilemem. O çok kızar da, bir şey yapmaya kalkarsa gözlerinde iğne ucu gibi ışıklar çakar. İşte o ışıklar çakınca da İnce Memedi bir daha kimse zapt edemez.”

521

 

“Çok mu kurnaz, çok mu akıllı?”

“O çok akıllıdır, bir çocuk kadar da iyidir, azıcık da kurnazdır. O, karıncayı bile incitemez. Herkese de inanır, bir çocuk gibidir, dedim ya.”

“Sen onu çok mu seversin?”

“İnsan arkadaşını sevmez mi?”

Murtaza Ağa gözlerini Cabbarm gözlerinin içine dikti, Cabbar gözlerini ondan kaçıramadı. Böyle göz göze bir süre

kaldılar.

“Seni şunun için buraya çağırdım ki, sen… Sen…” Cabbarı yokluyordu. “Sen İnce Memedi öldüreceksin.”

Sanki Cabbar böyle bir öneriyi bekliyordu, yüzünde hiçbir değişiklik olmadı, bir söze de varmadı.

“Hükümet bu İnce Memedin üstünde çok duruyor. Anka-radaki İsmet Paşa, öteki büyükler, bu İnce Memedin vücudu ortadan kalkmalı diyorlar da başka hiçbir şey demiyorlar. Bizi burada çok sıkıştırıyorlar. Biz de İnce Memedi ortadan kaldıracak bir gözü pek, yiğit kişi ararken Zülfü Bey de seni söyledi. Ben de münasiptir dedim. İnce Memedi öldürmek şerefi de onun en yakın arkadaşının olsun, dedim. İnce Memed gibi bir yiğidi, cömert, iyi, arkadaş canlısı, Hazreti Ali emsali yürekli bir kişiyi de kanı ciğeri beş para etmez birisi öldürmesin de, onun yakın arkadaşı şerefli Cabbar öldürsün, dedim. İnsanın gönlü İnce Memed gibi bir adamı bir kötünün öldürmesine razı gelmiyor. İnce Memed erinde geçinde nasıl olsa öldürülecek. Hiçbir eşkıyanın, İnce Memed gibi bir eşkıyanın sen sonunda kurşundan gitmediğini gördün mü?” Durdu, sorusuna karşılık bekledi. Cabbar:

“Anlamadım,” dedi. “O, Abdi Ağayı öldürdükten sonra eşkıyalık yapmayacaktı. Bunu ben biliyordum. Ali Safa Beyi öldürdüğünü duyunca inanamadım.”

“Herkes biliyor Ali Safa Beyi onun öldürdüğünü.” “İnanamam. Onun derdi Abdi Ağaydı, onu da öldürünce kaçıp gidecekti. Ben dedim ki, Ali Safa Beyi başka birisi, bir düşmanı, başka bir köylü Öldürmüştür de İnce Memedin üstüne atmışlardır. Ben öyle dedim.”

522

“Topal Ali var ya, o şimdi Molla Duran Efendinin yanında çalışıyor, daha önce de benim yanımda çalışıyordu…”

“Duydum.”

“Sen onu da iyi tanır mısın?”

“Tanırım.”

“İşte o Topal Ali, İnce Memedi Ali Safa Beyi öldürürken gözüyle görmüş.”

Cabbarm ilk olaraktan yüzünde bir değişiklik oldu, elle tu-tulurcasına bir şaşkınlık belirdi, bu da Murtaza Ağanın gözünden kaçmadı.

“Şimdi İnce Memed dağda. Bu kati ve eşkıyalık yapıyor, adam öldürüyor, yol kesiyor.”

“O yol kesmez,” diye kesin konuştu Cabbar.

“Önce dediler ki, İnce Memedi Topal Aliye, Kürt Rüsteme, daha başkalarına öldürtelim. Zülfü Bey de senin adını söyleyince, ben de işte İnce Memedi öldürmek böylesi bir adama yakışır dedim. Bak, ben harbi adamım, lafı öyle evelemesini, gevelemesini bilmem, kurşunu adamın alnına alnına sıkarım. Onun için iyi dinle beni ve hem de kulaklarını bir iyice açaraktan. Sen İnce Memedi öldürünce, Zülfüyle, öteki Ağalarla Beylerle konuştuk, sana üç yüz dönümlük, beğendiğin yerden bir tarla vereceğiz. Bir çift beğendiğin at, dört öküz, iki pulluk, tohumluk, bir de ev yaptıracağız sana. Bir de sana, ne kadar gerekliyse aramızdan toplayarak para vereceğiz. Paran Molla Duran Efendide kalacak. İnce Memedi öldürüp döndüğünde de para senin olacak. İnsan halidir bu, eğer sen gider de, sen İnce Memedi değil de, o seni öldürürse bütün para, sana söylediklerim, tarla marla karına, çocuklarına verilecek. Eğer sen bizim şimdi bu dileğimizi kabul etmezsen, hem İnce Memede ve hem de bize kötülükte bulunacağın için, seni bu Çukurovada yaşatmayacağız. Önce seni Zülfü Bey çiftlikten atacak. Bu da olmadı öyle mi, seni bu dünyada hiçbir yer kabul etmeyecek, bizim ve hem de Hükümetimizin eli kolu uzundur taa arşa kadar, seni nereye gitsen bulacağız. Bana hiçbir şey de mi yapamazsınız diyorsan, yaparız, öldürülmüş bir adamı senin üstüne atarız. Ya dağa çıkar İnce Memede karışır, gene de kurşundan gidersin, ya da içeriye girersin, hapisanede çocuklarının yüzünü göremeden ölürsün. Ya da asılırsın şu kasaba meydanında…”

523

O sözünü bitirince Cabbar sapsarı ölü gibi kesildi:

“Etme bunu bana Ağa,” diye onun ellerine sarıldı. “Bunu yapma, kıyma bana. Beni İnce Memede öldürtme.”

“O ne bilecek senin ona niçin geldiğini? Eşkıya çıktım dersin, senin dağa çıktığını duyunca, o da sana inanır.”

“inanmaz o. Bilir beni o. Benim bir daha eşkıya çıkmayacağımı da bilir. Kendisini öldürmeye geldiğimi de bilir, etme bunu bana. Küçük, küçücük çocuklarım var, kıyma bana.”

“Tamam! Başka söz istemem. İnce Memedi senden isterim. Ve hem de tüm kasabamız ve hem de bilumum Hükümetimiz böyle bir şerefi sana layık gördüler de… Sus! Al tüfeğini, çık dağa… Senin bu kasabaya geldiğini, bizimle görüştüğünü kul olan bilmeyecek. Yolun açık, gazan mübarek olsun.”

Cabbar bundan sonra ne kadar inledi sızladı, yalvardı ya-kardıysa da Murtaza Ağaya, onun ağzından bir tek söz alamadı. Murtaza Ağa taş kesilmişti de dil vermiyordu.

Sonunda:

“Bana on gün izin,” dedi Cabbar. “Bir düşüneyim, taşınayım.”

“Gene eşkıya çıkmaya kalkma, alimallah yanarsın…”

“Eşkıyalık nerde, biz nerde,” diye acı acı gülümsedi Cabbar.

Upuzun boyuyla ayağa kalktı, sendeliyordu.

“Sana on beş gün izin, düşün taşın.”

524

Molla Duranın köyü şu uzak mor dağların arkalarında kayalıklı, ormanlık keskin bir koyağın kuytusundaydı. En yakın köy bir buçuk, en yakın kasabaysa üç günlük yoldaydı. Köyü dünyaya sarp dağları aşan incecik bir çiğir bağlıyordu. Yılın yedi ayı da köyün bütün dünyayla ilişkisi kesiliyordu. Tarlaları yoktu. Kaya aralıklarında buldukları avuç içi kadar topraklara ekinlerini kazma ile ekiyorlardı. Ve çok keçileri, az koyunları, hemen hemen hiç inekleri yoktu. Bu sarpta katırdan başka da binit işlemiyordu. Duran gözünü açtığından beri bol bol kabak, bol bol mantar biliyordu. Ekmeği bile çok seyrek görüyordu. Ekşi ayran, imansız çökelek bile onun özlem duyduğu yiyeceklerdendi. On iki yaşına kadar boynu çöp gibi inceydi. Gözleri yuvalarından fırlamış, yüzü kurumuş, kavrulmuştu. Bacakları, zayıflıktan biribirine dolanıyordu.

Birinci Dünya Savaşı yıllarında köy ilk yabancıları gördü. Bunlar, kimisi daha bıyığı terlememiş genç, kimisi de orta yaşlı kişilerdi. Kimisi silahlı, kimisi silahsız, kimisi yarı çıplak, kimisi de koyunları altın dolu, çok güzel giyinmiş, altın kordon takınmış, parlak çizmeli kişilerdi. Birkaç yıl içinde köydeki insan sayısı üç katına, Kurtuluş Savaşı günlerinde de beş katına, yedi katma çıktı. Köye sığınanlar daha çok okumuş yazmış kişilerdi. İçlerinde eşkıyalar, yol kesiciler, kaçakçılar da vardı. Bu asker kaçakları, kaçakçılarla birlikte de kurulduğundan bu yana tekdüze yaşamını sürdürmüş olan Sarıasma köyü birden başkalaş-tı, birkaç ay içinde köylülerde gözle görülür bir biçimde deği-

525

siklikler oldu. Köylülerin kılıklarında bile farklar görüldü. Kaçakların bir kısmı bu kuytu köye ev bile yapıp, karılarını getirdiler. Ve burada bütün gözlerden, baskılardan uzak kıvanç içindeydiler.

Duranın babası savaşa gitmiş Sarıkamışta kalmıştı. Künyesi daha gelmemişti ya, babasmm onun yanında can verdiğini bir asker arkadaşı köye kadar gelerek haber vermiş, kendisi de bir daha asker ocağına dönmemişti. Duranın anası güzel, güçlü, gösterişli bir kadındı. Babasının ölümüne ağlamamıştı bile. Köydeki asker kaçaklarından İmam Hüseyin Hocayı çoktan evine almıştı. İmam Hüseyin kırmızı yüzlü, kara çember sakallı, geniş omuzlu, kaim dudaklı, iri gözlü, lacivert külot panto-lonlu, körük çizmeli, gümüş savatlı kuburunun içi altın dolu, altın köstek saatli bir hocaydı. Hep ağzı kıpır kıpır dualıydı da. Yepyeni bir Alman filintasını da hiçbir zaman cüppesinin altından eksik etmiyordu. Çaprazlama bağladığı fişeklikleri sırma işlemeliydi. Ve her işleme bir tılsıma işaretti.

Hüseyin Hoca köyde ne kaçaklarla, ne de yerli hiç kimseyle konuşmuyordu. Varsa da yoksa da ev, hem de Duranın anası. Hoca, hiç uyumadan her gece sabaha kadar onunla sevişiyor, ilk günlerde Duranı uyutmuyorlardı bile. Duran da ne yapsın onları her gece dinlemek zorunda kalıyordu. Çok da hoşuna gidiyordu ya uykusuzluğa fazla dayanamıyordu.

Hocadan Duranın üç tane kız kardeşi oldu. Bu arada Duran da semirdi, boy attı. Hoca onu seviyordu. Yalım gibi kara gözlerinde derin, hırslı bir ışık vardı. Bu da Hüseyin Hocanın gözünden kaçmadı. Az bir sürede ona okuryazarlık, dualar öğretti. Birlikte namaz kılmaya, Kuranı bile birlikte ezber okumaya başladılar. Hüseyin Hoca öğrencisinin başarısından dolayı kıvançlıydı ve onunla övünüyordu.

Bir gün Duran, Hocanın hazırlandığını, köyü, anasını, çocuklarını bırakıp kaçacağını anladı, onu izlemeye başladı. Bir gece yarısı, anası derin uykudayken, Hüseyin Hoca yataktan kalktı, giyindi, filintasını aldı, yastığının üstüne bir kese bırakıp dışarıya çıktı. Duran çoktandır bu anı bekliyordu, giyinikti. O da az sonra onun arkasından dışarıya fırlayıp uzaktan Hocayı izlemeye başladı. Bahardı, ılık bir yel esiyor, hışırdayan orma-

526

nın üstüne de yoğun bir ay ışığı dökülüyordu. Köyü çok hızlı çıktılar, Hocaya birkaç köpek havladı, öteki aldırmadı. Yardaki keskin kayalıklı, yüksek gediği aştılar, gün burnuna derinliği birkaç kilometre, kuyu dibi gibi bir uçurumun dibine indiler. Yolda Hoca birkaç kere kuşkulanmış, arkasından birisinin geldiğini anlayıp durmuş yöreye bakınmış, dinlemiş, kimseyi göremeyince de yürümesini sürdürmüştü. Derin koyağı yukarı çıkarken, tam öğleüstü Hoca bir pınarda aptes almış, büyük zekerini tutup bir süre oynamış, sonra da namaz kılıp oturmuş yemeğini yemişti. Duran da acından ölüyor, karnı gurulduyor, Hoca yemeğini atıştırırken onun ağzının suyu akıyordu.

Yemekten sonra azıcık kestiren Hoca, sağına soluna kuşkuyla bakındı, gözleri birilerini arıyordu. Kesinlikle bir şeyleri sezinlemişti ya, Duran onun ardınca öylesine gizli, ürkek bir kuşmuşcasına yürüyordu ki öteki bir türlü, ne kadar kuşkulanırsa kuşkulansın onu göremiyordu.

Hoca akşam yemeğine oturuncaya kadar Duranın durumunda öyle pek bir değişiklik olmadı. Biraz bacakları feldirdi-yor, başı dönüyordu ya gene de Hocayı izleyebiliyordu.

Hoca bir yaylanın düzünde, tek bir ağacın altından kaynayan oluğun başında durdu, azık torbasını gövdenin dibine yerleştirdi, sağa sola şahin gözleriyle bir bakıp namaza durdu. Duran artık dayanamadı, bir kedi gibi sürünerek, çıt çıkarmadan ağacın dibine geldi, elini azık torbasına uzattı, tam bu sırada da Hüseyin Hocanın sert pençesi onun bileğini kavradı.

“Biliyordum mendebur köpek, biliyordum senin benim peşimde olduğunu. Acıktın değil mi?” diye gülümsedi. “Seni mendebur seni. Dur namazımı bitireyim de sonra konuşuruz seninle, bekle.”

Yeniden namaza durdu, bir rekattan sonra duasını topladı.

“Gel bakalım Molla Duran Ağa, şöyle bir karnımızı doyuralım. Ondan sonra…”

Torbada çok peynir, çok soğan, çok katı yumurta, çok patates, çok ekmek vardı. Bu kadar büyük hazırlığı kimsenin haberi olmadan Hüseyin Hoca ne zaman, nerede yapmıştı, Duran bu işe gerçekten şaşırdı.

“Daha fazla ben o köyde kalamazdım, Duran oğlum. Ana-

527

na gelince, o daha genç, çok da güzel. Ben de ona epeyce altın bıraktım. Bir haftaya kalmaz, genç, beğendiği birisiyle evlenir. Beni çoktan unutmuştur bile. Yalnız, o seni benim kaçırdığımı sanır, bana düşman kesilir. O sensiz yapamaz. Benim ondan olan kızlarımı kendisinin saymıyor. Sen döneceksin köye.”

Duran çok dingin:

“Dönmeyeceğim,” diye kesin konuştu.

“Pekiyi, nereye gideceksin?”

“Sen nereye gidersen oraya.”

Yemeği çabucak bitirdiler. Hüseyin Hoca olukta ellerini yıkadı, döndü. Duran azık torbasını topluyordu.

“Sen benimle gelemeyeceksin.”

“Geleceğim.”

“Sen benim başıma bela mısın?”

“Ne var, belayım…”

“Bak Duran, seni çok severim bilirsin. Kızlarımdan da, anandan da seni fazla severim. Ama şimdi hemen dönmezsen geriye seni öldürürüm.” Filintasının mekanizmasını şakırdattı, namluya fişek sürdü, tüfeği omuzuna dayayıp Durana çevirdi. “Derhal geriye dönmezsen yersin kurşunu.”

“Dönmeyeceğim.”

“O üç kız çocuğuna kim bakacak, sen gidiyorsun, ben de…”

“Onlar kendilerine bakarlar, anam da üç güne varmaz evlenir.”

“Ulan mendebur, dön diyorum sana, şimdi tetiğe bastım basacağım.”

“Bas,” diye soğukkanlı konuştu Duran.

“Öldürürüm seni,” diye dişlerini sıktı Hüseyin Hoca.

“Öldür.”

“Al öyleyse…”

Duranın ayağının dibine bir kurşun salladı. Çocuğun yüzü azıcık sarardı ya başkaca durumunu hiç bozmadı. Hüseyin Hoca bir kurşun, bir kurşun daha salladı, öteki hiç aldırmıyor, gözlerini bile kırpmıyordu. Hüseyin Hoca bu çocuğun bundan da daha gözü pek bir çocuk olduğunu biliyordu ya onu geriye döndürmenin de bir yolunu arıyordu. Kurşun para etmeyince onu kan-

528

dırmayı denedi. Ölümü göze almış bir kişi birkaç söze kanar mı? Yalvardı yakardı, türlü diller döktü, oğlan aldırmadı bile, orada öyle ağaç gibi dikilmiş kalmıştı. Paralar önerdi, gene olmadı.

“Ben de senden daha inatçıyım, sana kıyamadım, buna güvenme, sen benimle uzun bir süre kalamayacaksın. Bunu böyle bil de başının çaresine öyle bak.”

Hüseyin Hoca önde, Duran arkada yola düştüler. Çukuro-vaya kadar yalnız yemeklerde bir araya geldiler ama, bir tek sözcük konuşmadılar. Önde güçlü kuvvetli Hüseyin Hoca, arkada ayakları şişmiş, boynu sönmüş direnen Duran, Akdenizin kıyısındaki ak badanalı evleri portakal ağaçlarının arasındaki bir köye geldiler. Burada Hocayı herkes tanıyordu. Karısı, çocukları onu ağlayarak, sevinçten deli olarak karşıladılar. Köyde kimse gözlerine inanamıyordu. Hocanın üç yıl önce Sarıkamış-tan künyesi gelmişti.

Hoca hiçbir şey olmamış gibi evine yerleşti, çoluk çocuğuna karıştı, Durana da bir yatak verdiler, hiç kimse de neci olduğunu, nereden gelip nereye gittiğini sormadı. Köye geldiklerinden bir hafta sonra Hüseyin Hoca bir dükkan açtı, dükkanda tozlanmış kavanozlar, boş kutular, telis çuvallar, çuvalların hepsi de sabun kokuyordu, büyük büyük sandıklar… Kolları sıvadılar, sabahtan akşama kadar dükkanı sildiler süpürdüler, yıkadılar ovdular, dükkan pırıl pırıl oldu. Ama hiç konuşmadılar. Konuşmak değil, Hüseyin Hoca bir kerecik başını kaldırıp da onun yüzüne bakmadı.

İkinci gün, boğazlarına mavi boncuklu ziller takılmış iki biribirisinin tıpkısı doru at koşulmuş yeşil, nakışlı, koşumları pırıl pırıl, yağ kokan yepyeni bir arabaya binip kasabaya indiler. Çok alışveriş ettiler.

Dükkan açılır açılmaz bütün köylü saldırdı. Birkaç kez kasabaya gene gittiler, köylü mal almaya doymuyordu. Savaş içinde öteki köyler ne kadar fıkaralaşmışsa, bu köy o kadar zenginlemişti. Bir yandan kaçakçılık yapıyor, Suriyeye sığır, keçi, koyun götürüyorlar, bir yandan da İskenderundan gelen teknelere portakallarını yüklüyor, az da olsa yetiştirdikleri pamuklarını gene aynı teknelerdeki tüccarlara veriyorlardı. Köylülerin tümü de Girit göçmeniydiler.

529

I

Molla Duran tam üç yıl kaldı Hüseyin Hocanın yanında. Üç yılda bir tek sözcük bile konuşmadılar. Üç yılda bir kere olsun göz göze bile gelmediler. İkisi de Allahm belası iki çetin cevizdi.

Üç yıl doluncadır ki bir gün kasabada bir kebapçı dükkanında karşılıklı oturmuş sumaklı kebap yerlerken, Molla Duran Hüseyin Hocanın gözlerine dostlukla bakarak ilk olarak konuştu:

“Gidiyorum Hocam,” dedi. “Beni başımdan da büyük gö-nendirdin, sağ olasın. Senin bu iyiliğini ölünceye kadar unutmayacağım. Hakkını helal et.” Sesi karıncalanmış, elleri de usuldan titriyordu.

“Helal olsun ne hakkım geçmişse sana Duranım. Sen de var ol, sağ ol… Artık gideceğini biliyordum.” Elini koynuna soktu, büyük bir cüzdan çıkardı. “Üç yıldır dükkandan kazandığın paraları bile hazırlamıştım. Al paranı.” Cüzdandan kalın bir deste para çekti, kıvançlı, gülümseyerek Durana uzattı. “Al!”

Duran parayı aldı, boğazına asılı kesenin büzgüsünü açıp desteyi oraya güzelce yerleştirdi, ayağa kalktı. “Sağlıcakla kal Hüseyin Hocam,” dedi, çıktı gitti.

Hoca onun arkasından sevgiyle baktı. Bu çocuk çok hırslı, diye düşündü, öyle bir adam olacak ki bütün Çukurovanm şaşkınlıktan parmağı ağzında kalacak.

Molla Duran hemen, gün geçirip fırsat vermeden zamana pazara gidip görkemli, at gibi bir Kıbrıs eşeği satın aldı, bir çift de camekan uydurup içini cıncık boncukla doldurdu, hemen o gün de köylere çıktı.

Gittiği köylerde hem öteberilerini satıyor, fırsat buldukça da imamlık ediyor, namaz kıldırıyordu. Nereye gitse, dağ başında da olsa bir vakit için namazını geçirmiyordu.

Altı ay sonra eşeği satıp yerine bir at aldı. Atıyla kaçak mal satmaya başladı. O da yetmedi, yanma dört beş kişi uydurup Halepten kaçak mal getirdi. Bu kaçak mallarla Antepte, Kiliste dükkanlar açtı. Bu da yetmedi, büyük bir kaçakçı şebekesinin başı oldu. İşi olağanüstü bir beceriyle yönetti, çok para kazandı. Kaçakçılığın da sonunun olmadığını biliyordu. Her şeyi, şe-

530

bekeyi, dükkanları yüzüstü bırakıp sandık sandık altınlarla kasabaya geldi. Köprünün üst başını oldum olası severdi. Otuz dönümlük bu büyük bahçeyi üç altına aldı. Bir yıl içinde kasabada büyük bir ün yaptı. O, yedi yaşındaki Hafızı Kuran olmuş, bunu duyan Adana Valisi de onu Mısıra Camiyülezhere okumaya göndermişti. O da orada öyle bir tahsil yapmıştı ki değme din bilgini onun eline su dökemez. Ankarada ona Diyanet İşleri Başkanlığını önermişler, o bütün önerileri geriye çevirmiş, hiçbir şey kabul etmemişti…

Bundan sonra onun büyük aşkı tarla olmuştu. Zülfüyle anlaşmış, hazinenin açık artırmaya çıkardığı toprakları birkaç altına bir uçtan almaya başlamıştı. Birkaç yıl içinde hazineden, köylülerden o kadar çok tarla almıştı ki tapularının sayısını kendi de unutmuştu. İlk karısı babası ölmüş bir Ağanın kızıydı, ondan da binlerce dönümlük çiftlikler gelmişti. Aldığı en güzel tapu da on yedi dönümlük, bir köylüden iki buçuk altına düşürdüğü bir tapuydu. Bu tapu Torosun tam ovadan başlayan, en gür ormanlı, her ağacının gövdesini iki adam el ele verse çe-viremez bir yamacını tutuyordu. Bu on yedi dönümlük tapunun sınırları öylesine sünekti ki bir yanı ovadan başlıyor, dağların ilk tepelerine kadar gidiyordu. Batıdan doğuya da kilometrelerce uzuyordu. Molla Duran bu tapuyu alınca kendisini mahkemeye verdirmiş, mahkeme yıllarca sürmüştü ama, o da kazanmıştı. Bu sefer de Yargıtaya göndermişti kendisini, o da yetmemiş Genel Kurulca da tapusunun sınırı kesinleştirilmişti. Ve orman sedir ormanıydı. Sedir ağacı değerli ağaçtı ve Mersin limanında yabancı bandıralı gemiler, bu değerli sedir ağaçlarını bekliyorlardı.

Molla Duran Efendi bu güzel, büyük ormana bin baltayla birlikte girdi. Acele ediyordu. Hükümet bir kendine gelirse, bu ağaçları ona yedirmezlerdi. Birkaç yılda sınırlarının içinde dikili bir fidan bile kalmadı. Bu yüzden de öylesine bir zenginleşti ki parasını koyacak yer bulamadı. Ormanın kökünü sökmek çok zor oldu. Bereket ki bütün ova, bütün dağlar işsizdi. Gündeliği on kuruşa, boğazı tokluğuna adamlar çalıştırdı. Ormanın yerinden inanılmaz verimlilikte bir toprak çıktı. Çukurovanın Akdeniz kıyısında, Yüreğir ovasında bile böyle bir toprak yok-

531

tu. Molla Duran Efendi karasevda bağlamıştı bu toprağa. Bu zamana kadar karıyı üçlemişti ya onlarla fazla ilgilenemiyordu. Varsa da yoksa da orman toprağı… Kasabaya giren birkaç traktörden üçü de onundu. Bir batöz, bir sürü de orak makinaları almıştı. Makinaya çok meraklıydı.

Aldığı topraklar içinde dört Yörük obasının kışlakları da kalmıştı. Önceleri Yörükler direttiler, baba dede kışlakları için bir de para mı vereceklerdi? Sert, dişli, gözü kanlı adamlardı. Ama kim olurlarsa olsunlar Molla Duran Efendinin karşısında kısa bir sürede pes etmek zorunda kaldılar, kuzu kesildiler. Molla Duranla başa çıkmak her adamın harcı değildi. Ve Molla Duran, Yörüklerden otlakiye parası olarak kağıt para değil de altın istiyordu. Yörükler de her yayla dönüşü kadife keselerde ona altınlarını biltekmil sunuyorlardı.

Topal Ali:

“Battal Ağa geldi, Molla Efendi.”

“Atını tavlaya çektiniz mi?”

“Çektik.”

“Buyursun gelsin.”

Molla Efendi Battal Ağayı ayakta karşıladı. Onu seviyordu. Böyle hem ölüp giden, hem de kuyruğu dik gidenlere oldum olası hayranlığı vardı. Yörükler bitmişler tükenmişler, açlıktan da ağızları kokuyor, obalar da gün geçtikçe tükeniyor, her gün bir, birkaç çadır obalardan ayrılıp buldukları yerlere gidip yerleşiyorlar ama Battal Ağa kılığı kıyafeti, çadırının görkemi, elindeki şahiniyle eski halini olduğu gibi sürdürüyordu. Buraya bile şimdi elinde şahiniyle gelmişti.

Battal Ağa burulmuş bıyıkları, Halep işi, siperliği geniş şapkası, cepleri sırmalı kumaş şalvarı, lacivert ceketi, çizmeleri, ipekli mintanıyla bir erkek güzeliydi. Kucaklaştılar.

Kahveler geldi, ilk yudumdan sonra Battal Ağa cebinden kırmızı kadife keseyi çıkartıp Molla Efendiyle kendi arasına, sedirin üstüne usulca koydu.

“Bizimkilerin güçleri bu yıl bu kadar,” dedi.

“Al onu oradan,” diye güldü Molla Duran Efendi.

“Al ve de koynuna olduğu gibi koy.”

“Ama… Nasıl olur… Bu… Kışlak parası…”

532

“Al ve cebine koy!”

Battal Ağa şaşırmıştı. Elinde tuttuğu keseyi bir türlü ne yapacağını bilemiyordu.

“Biz sana bir şey yapmadık. Ne oldu, Efendi? Sen bizden, biz de senden hoşnutuz…”

“Al ve de cebine koy!”

“Bunun ne olduğunu bana söylemeden… Belki seni gücendirdik. Öyleyse, insan halidir, kusura kalma. Ne oldu, kulun olayım söyle?”

“İnce Memed geldi.”

Battal Ağanın yüzü sapsarı kesildi.

“Vallahi onu biz sana göndermedik, Efendi.”

“Biliyorum haberiniz yok. Ona bir iyilikte mi bulundunuz?”

“Yaralanmış, bizim obanın yanında atından düşmüş, yarası çok ağırmış, bizimkiler de almışlar onu kurtarmışlar.”

“İyi yapmışsınız,” diye onun omuzunu okşadı Molla Duran Efendi. “İyi yaptınız ki, ben yerden göğe kadar memnun oldum. Onun gibi insanlar bizim bu dünyamıza gerek. Bu kadar kötülük, pislik, ikiyüzlülük ve hem de zalimlik dolu dünyamıza böyle ışıklı pınar suları gibi temiz olan insanlar gerek ki bize, azıcık soluk alalım. Onu kurtardığınıza iyi yaptınız ya, o da beni çok kızdırdı. Gelmiş buraya, bana Yörüklerin eski kışlakları Yörüklerin olacak, diyor.” Birden parladı, bu sözler onu yüreğinden yaralamıştı. Onun tepkisiydi. Yoksa Molla Duran Efendi soğukkanlılığını hiç yitirmez, yitirdiği zamanlarda da burnuna esrikleştirici portakal çiçeklerinin kokusu gelir, onu dingin-leştirirdi. “Ulan İnce Memed, bir daha söyle hele bir daha, sen eşkıya oldun diye kimin malını alıp da kime veriyorsun, dedim. Ben kızınca o da indirdi. Yörüklerin ata kışlağıymış benim tarlalarım, hem de bin yıllık. Olsun, bana ne, ben çil çil altınları sayarak almadım mı o topraklan? Yörüklerin aklı yok muydu, niçin benden önce akıl edip de kendi kışlaklarının tapusunu almadılar? Ben kızdıkça o indirdi, o indirdikçe ben kızdım… Sonunda anlaştık. O benim tapuma karışmayacak, ben de sizden, ben ölünceye kadar otlakiye almayacağım.”

“Vallahi billahi, Kuran üstüne yemin ederim, buraya İnce

533

Memedin geldiğinden haberimiz olmadı, yoksa göndermezdik.”

“Cebine koy o keseyi!”

Battal Ağa kuşkulu, onun gözlerinin içine bakarak, altından bir çapanoğlu çıkmasın diye çekinerek keseyi koynuna

soktu.

“Bizi bilen bilir. Biz gökteki kartallarla dövüşerek, dişimizle tırnağımızla bu hale geldik. Bizi Allahtan başka kimse yolumuzdan çeviremez. İnce Memed gibi çocuklar bize bir lokma bile olmazlar. Lokma olmazlar da ne demek, dişimizin kovuğuna bile girmezler. Ama öyleyse ben niçin sizden bundan sonra ölünceye kadar otlakiye, kışlak parası almayacağım? Söyle neden?”

“Allah seni inandırsın ki onu biz buraya göndermedik. Bize gücenme ve de kusurumuza kalma…”

“Neden mi, çünkü siz İnce Memed gibi bir yiğidi kurtardınız. Kurtarıp da bu mübarek vatana iade ettiniz. Bundan dolayı ben de size minnetimi bildirmek için… Bundan sonra siz benim için İnce Memed gibi bir ermişi, kahramanı kurtarmış kişisiniz. Başım üstünde her zaman yeriniz var.”

Battal Ağa ikircik içindeydi, bu adam İnce Memedi gerçekten seviyor mu, diye düşündü. Böyle adamlar dünyada kendilerinden başka da hiç kimseyi sevmezler, dedi kendi kendine. Böylesi canavarlar öyle kolay kolay da korkmazlar.

Molla Duran Efendi onun ne düşündüğünü anlamış gibi, biraz acı, biraz alaylı gülümsedi:

“Bir insan ne kadar yürekli olursa olsun İnce Memedden korkmalı. Çünkü o, ölümün ötesinde yaşıyor. Bu ne demektir, biliyor musun?”

“Biliyorum ya, İnce Memed öyle değil.”

“Doğru, her zaman değil. Çoğu kez herkes gibi bir adam. Yumuşak, iyi huylu, küçük bir çocuk gibi nazlı… Kimisinde de…”

“Korkulur,” dedi Battal Ağa.

Molla Duran Topal Aliyi çağırdı.

“Ali, şöyle otur hele. İnce Memedi konuşuyorduk.”

“Duydum Efendi. Doğru konuştunuz ikiniz de. Onu iyi ta-

534

nıyorum, çocukluğundan bu yana, bir iş yapmaya kalkıştı mı gözlerine önce bir çelik ışıltısı gelip yerleşiyor. İşte o zaman o ölümün ötesine geçiyor. İşte o zaman ondan korkulur.”

“Benden de korkulur,”  dedi Molla Duran  Efendi.  “Biz onunla aynı demirdeniz.”

“Anladım,” dedi Ali. “İkinizi bir arada görünce hemen anladım. İkinizin de gözlerine o ışık geldi aynı anda yerleşti.”

“Ben bir karış kışlağı vermem deyince, bu toprakları benden alacak yürekli bir kişi varsa gelsin de görüşelim deyince, o anladı ki olmayacak. Ben de ona otlakiyeyi hediye ettim. Bir de onu kurtardığınız için size… Bir de Aliyi bağışladı benim hatırım için. Belki Ali onun adamıdır, o başka. Ali onun, dedikleri gibi düşmanı da olsa benim için bağışlardı.” “Bağışlardı,” dedi Ali, kıvançlı.

“Size bir gizlim var, ama adamım Aliye güvenemiyorum. Bilsem ki bu adam İnce Memedin adamı rahat edeceğim.”

“Bana sen güvenmelisin. İnce Memed de güvenmeli. Benden de korkulur.”

“Bunu biliyorum işte. Sen hepimizden betersin.” “Siz ayda, yılda bir ölümün ötesinde gezersiniz. Bana gelince ben her gün ölümün ötesindeyim. Benden ben bile korkuyorum. Ama İnce Memedle sen bana güvenmelisiniz.”

“Dinleyin öyleyse, birkaç gün önce eşkıya Kuzgun Veli bana haber salmış. Diyor ki, İnce Memedi ben öldürürsem, beni bağışlatır da düze indirtir misiniz? Bu adam kafasına koymuş, bu işi yapacak. Ben önayak olmasam bile başkasına, Taşkın Halil Beye, Zülfüye, Murtazaya başvuracak. Onların da İnce Memedden o kadar ödleri kopuyor ki onun her istediğini kabul edecekler. Şimdi size söylüyorum, Kuzgun Veli feleğin çemberinden geçmiş bir kişidir, otuz otuz beş yılık eşkıyadır. Yanında da gün görmüş, turnayı gözünden vurur sekiz kişisi var. Belki de, gaflete getirip İnce Memedi avlayabilir. İşte o zaman da ben kendim de ölmüş, yenilmiş gibi olurum. Topal Ali de öyle olur. Ben onun ölümüne dayanamam. Bunu şakacıktan değil, taa yüreğimin kökünden söylüyorum. Bir çare…” Sustu, yüzü kararmıştı, başını önüne eğdi, bir süre düşündü. “Tek çare, bunu İnce Memede ulaştırmaktır. Temkinli ol, üstüne gelen Kuzgun Ve-

535

lidir diye. O Kuzgun Veli ki, pis bir adamdır, öldürdüğü insan elliyi geçer. Bunu ona kim ulaştıracak, Battal Ağa sen mi, izci Ali sen mi?”

Aliyle Battal Ağa biribirlerine bakıştılar, Battal Ağa çabucak:

“Ben,” dedi, “ben, ona bu haberi ulaştırırım. Sağ ol Molla Duran Efendi. Senin de bize bir emrin olursa…”

“Estağfurullah…”

Battal Ağa ayağa kalktı, yanına yöresine bakındı. “Ali Ağa, benim heybem nerede?”

“Kapının arkasında, getireyim mi?”

“Zahmet olmazsa.”

Ali kapının arkasındaki halı heybeyi aldı getirdi onun önüne koydu. Battal Ağa cebinden bir anahtar çıkardı halı heybenin kilidini açtı. Kilit üç kere çınnn etti. Heybeden büyücek bir külek çıkardı.

“Bunda arı sütü var,” dedi. “İnsanı gençleştirir. Arıların yuvaları en yüce dağın doruğunda bir çakmaktaşı, cam gibi bir kayanın kovuğundadır. İşte bu bal oradandır.” Bir külek daha çıkardı. “Bu da tereyağıdır. Bu yağı sen de, sen de iyi bilirsiniz.” Üçüncü külek biraz daha büyüktü. “Bu da mor peynirdir, otlarla yapılır. Yalnız bizim Yörükler yapmasını bilirler. Yiyince rayihası on gün insanın bedeninden gitmez. Hoş, deli, esrik bir koku içinde dolaşır insan. Bir de her derde devadır. Bana izin.”

Molla Duran onu cümle kapısına kadar uğurladı, kucaklaştılar.

“İnce Memede haberi ulaştırmayı unutma.”

“Bu gece.”

Ali onu bahçenin dışındaki yola kadar uğurladı.

Battal Ağa atın üstünden ona eğilip yavaşça:

“Sana yarın Müslüm çocuğu yolluyorum buraya. O, İnce Memedi neredeyse bulur.”

Molla Duran yatsı namazını kılmış, duasını topluyordu, aşağıdan biraz telaşlı gelen Topal Ali:

“Geldiler,” dedi.

“Al getir.”

536

Kepenekli üç çoban girdi odaya. Molla Duran ayaktaydı, Kuzgun Veliyle kucaklaştılar.

“Bu dünyada bir tek sana güvenirim Molla Duran. Malımı, mülkümü, karımı ve hem de canımı. Sen de çiğ süt emmiş bir insanoğlusun ya, sana şu insanlar içinde en çok güvenirim.”

“Sen otur hele otur, şu kepeneğini çıkar da… Sana çobanlık eşkıyalıktan daha çok yakışıyor.” Öteki eşkıyalara döndü. “Siz de kepeneğinizi çıkartın.”

Kuzgun Veli, ötekiler kepenekleri üstlerinden atınca altından pırıl pırıl, menevişli silahları çıktı. Göğüsleri çaprazlama fişeklikten gözükmüyordu. Dürbünleri, tabancaları, hançerleriy-le dişlerine kadar silahlanmışlardı.

Kuzgun Veli çok uzamış gitmişti. Bir zenci kadar yanık yüzlüydü. Yaşını hiç göstermiyordu. Molla Duran onu tanıdığı günden beri o hep otuzundaydı. Onuncu yıl affında İnce Me-medle birlikte affı kabul etmeyerek dağdan inmeyen eşkıyalardan birisi de oydu. Niçin düze inmiyorsun diyen dostlarına, daha yükümü tutmadım, birkaç kuruşla düze ineyim de Çuku-rovada onun bunun oyuncağı mı olayım, demişti. O zamandan bu yana da soymuş, öldürmüş, yol kesmiş, evler basmıştı. Dört karı, bir çiftlik almış, çiftliği atlar, soylu boğalar, koyun sürüle-riyle doldurmuştu. Hepsi de kendisine benzeyen çok çocuğu olmuştu. Urfadan, Maraştan, Halepten, Malatyadan, Kayseri-den bu yana birçok zenginin ocağına incir dikmişti.

“Artık yaşlılık geldi kapıya dayandı. Dinlenmenin de sırası geldi. Ölüme ne kadarcık günümüz kaldı ki Duran Efendi… Çok insan öldürdük Duran kardaş, çok ocaklar söndürdük. Al-laha çok şükür çiftliğimiz de, her şeyimiz de var. Sen benden iyi bilirsin, sandığımızdaki altınları saymaya kalksak üç gün üç gece sürer sayması. Bundan sonra bir kör kurşundan gitmek de var. Şimdiye kadar kimse bize yaklaşamadı ama yaşlılığımızı anlayınca yaklaşırlar. Otuz beş yıldır çete başıyım, ölümü göze almazsan kimseyi ölüme gönderemezsin. Öldürme de öyle… Kocadım artık, can tatlılaşıyor insan kocayınca, artık ölümü göze alamıyorum. Öldürmekte de yüreğim yumuşadı. Kolay kolay adam öldüremiyorum. Eskiden olsa insanı bir kasabın bir koyunu doğradığı gibi gözümü kırpmadan doğrardım. Çok da

537

doğradım. Ölümü, öldürmeyi göze alamayanı da dağda yaşatmazlar, öldürürler. Ben tez günde dağdan düze inemezsern, uzun yaşayamam artık, beni öldürürler. Şu iki kişi, bak başlarını önlerine eğmişler, öyle duruyorlar, insan insanın yüreğinde-kini her zaman okur, onlar bilsinler ki benim içime en küçücük bir korku gelmiş yerleşmiş, bunlar bile beni öldürürler.”

Adamlar durumlarını hiç bozmadılar. Dizlerinin üstüne koydukları tüfeklerine sıkı sıkıya yapışmışlardı. Çünkü Kuzgun Veli de öyle yapmıştı.

“Ben kendimi iyi biliyorum, benim içime korku düştü. Bir insana bir kurşun sıkarken de ellerim titriyor. Ben bundan sonra iflah olmam. Ben artık dağdan yüze inmeli, çiftliğime yerleşmeli, çoluk çocuğumun arasına karışmalıyım. Artık kuru toprakta da yatamıyorum, sırtım, belim tutuluyor. Çiftliği kale gibi yaptım. Ben düze inince kimseye bulaşmazsam kimse bana karışamaz. Her şeyi, düze inmek için her şeyi yıllar yılı ona göre hazırladım. Hiç olmazsa ölmeden önce birkaç yıl rahat yaşamak, bir Arap ata binip şöyle korkusuz, gece de olsa dolaşmak istiyorum. Bunu göremeyeceğim diye de korkuyorum. Bunun için çok çok insan öldürdüm, çok zulmettim, hakkım değil mi birkaç yıl dinlenmek?”

Karanlık bir kuyu gibi derinde olan, gökyüzü düşmüş bir kuyu aydınlığındaki gözlerini Duran Efendinin gözlerinin içine dikti baktı, ondan bir umar bekliyordu.

“Çarem sensin Molla Duran Efendi. Benim halimden bu kasabada yalnız sen anlarsın. Anamla Çukurovanın sarısıcağın-da başak topladığımız günleri, susuzluktan kavrulup da bir damla su bulamadığımızı, sıtmalı, kurtlu, kan kesilmiş çeltik sularını içtiğimizi, ben anamla sıtmadan titrerken köylülerin bizi tarladan tarlaya kovaladıklarını…”

İki eski arkadaş, uzun yıllar önce aşağı yukarı haftada bir iki kere ya dağda, ya kasabada buluşurlar, dertleşirler, biribir-lerine çocukluklarını anlatırlardı. Kuzgun Veli, Molla Duranın acı yaşamına ağlar, Molla Duran da ötekinin…”

“Yalnız sen bilirsin. Ölüm korkusuz bir tek günü yaşamak istiyorum, bir tek geceyi güzel bir yatakta rahat uyumak istiyorum. Allahtan daha fazla bir şey istiyorsam, o koca Allah bin belamı versin.”

538

Sonra güldü:

“Bir şey daha istiyorum, Hacca gidip, Allahımıza günahlarımı da bağışlatmak istiyorum.”

“Hacca birlikte gideceğiz. Kavli kararımız öyle değil miydi?”

“Hani aklında mı, oraya, Akdeniz kıyısına, seninle birlikte giderken mübarek Hacca gideceğimize de biribirimize söz vermiştik. Sen o adamdan çok korkuyordun, Hüseyin Hocadan.”

“Doğru, çok korkuyordum.”

Molla Duran Hüseyin Hocanın portakal bahçesinin içindeki evini eliyle koymuş gibi bulmuştu bunca yıl sonra. Hüseyin Hoca onu görünce önce deliler gibi sevinmiş, sonra da yüzü sapsarı kesilerek titremeye başlamış, salt, o da bir kere, “Beni öldürmeyeceksin, değil mi,” diye sormuştu.

Hüseyin Hoca çok zengin olmuştu. Portakal bahçesinin sınırını taa Akdenize kadar götürmüş, birkaç tane de gemi almış Akdenizde yüzdürüyordu. Portakal ağaçları sikirdim gibi çiçek açmıştı ve dünya kokudan deliriyordu. İki arkadaş Hocayı almış al köpüklü, yüksek dalgalı, büyük denizin kıyısına götürmüşlerdi.

“Son sözün Hocam?”

Molla Duranın sesinin titrediği Kuzgunun gözlerinden kaçmamıştı.

“Beni tanyerleri ışırken vuracaksınız. Böyle olacağını, senin bir gün geleceğini biliyordum. Anandan, çocuklardan bir haber var mı?”

Molla Duran karşılık vermedi. Sabaha kadar denizin sesini dinleyerek dingin beklediler. Tanyerleri ışıdı ışıyacak Molla Duran sapı fildişi tabancasını çekti, Hüseyin Hocanın karşısına geçti.

“Daha var,” dedi Hüseyin Hoca. “Tanyerleri az sonra ışıyacak, o kadar acele etme canım…”

Molla Duran elinde tabanca onun karşısında bir süre bekledi.

“Tamam mı, bak ortalık ağardı.”

“Tamam,” dedi Hüseyin Hoca. Yüzü kül gibi olmuştu.

Molla Duranın tabancasından çıkan üç kurşun doğru gitti Hüseyin Hocanın yüreğine saplandı. Hüseyin Hocanın çok

539

kanı aktı. Hoca son soluğunu verinceye kadar başında beklediler.

“Nasıl da soğukkanlı, hiçbir şey olmamış gibi, tanyerleri ışırken öldürmüştün onu… Sonra da çiçekli bir portakal dalı kırmış doya doya koklamıştın. Birlikte Hacca gidip günahlarımızdan arınacağız.”

“Arınacağız,” dedi Molla Duran Efendi.

“Şimdi senden isteğim, ben İnce Memedi yakalamaya, ya da öldürmeye geldim.” Konuşurken Topal Aliye gözü ilişti.

“Bu mu?” dedi Molla Duran. “Bu izci Topal Alidir. İnce Memed bunun kanına susamıştır. Geçen gün öldürüyordu Aliyi, onun elinden zor aldım. Bana ne kadar güvenirsen, ona da o kadar güven.”

“Ben Topal Aliyi bilirim,” diye güldü Kuzgun Veli. “O da beni bilir.”

Topal Ali biraz yakma gelip ona elini uzattı:

“Hoş geldin,” dedi.

“Hoş bulduk Ali kardaş. Korkma, o İnce Memedi öldüreceğim. Dünkü çocuk o.”

“İnşallah.”

“İnce Memedi öldürmek için bir tek şey istiyorum, o da bağışlanmam. Anladın mı, Molla Duran Efendi?”

“Anladım.”

“Ben İnce Memedi öldürdükten, ya da yakaladıktan sonra, elimde bana bir şey yapılmayacağı üstüne, en büyük yerden bir söz kağıdı olacak. Bunun üstesinden gelirsen ben de sana…”

“Haydi şimdi biz uyuyalım. Gün açıla, hayır ola…”

Molla Duran Efendi sabahleyin Taşkın Halil Beye giderken, Topal Aliden talimatını almış çoban Müslüm de dağlara İnce Memedi aramaya gidiyordu.

Gece kasabanın ileri gelenleri Molla Duran Efendinin konağında toplandılar. Kuzgun Veli, İnce Memedi yakalamak ya da öldürmek için, bu işi yaptığında onu affeden yazılı bir söz istiyordu. O da Arif Saim Beyden.

Zülfü:

“Ben bu kağıdı sana iki gün içinde alır getiririm. Arif Saim Bey şimdi Adanada. Beni de çağırmış.”

540

“Ben de sana böyle bir kağıdı Validen alırım,” dedi Murta-za Ağa. “Ben seni iyi tanırım. Gelsen gelsen bu işin üstesinden sen gelirsin.”

“Ben de candarma komutanından alırım,” dedi Taşkın Halil Bey. “Askerler mert olurlar, hem de sözlerinin eri…”

Kuzgun Veli çetesi bir hafta sonra cebinde kağıtları Molla Duran Efendinin bahçesinden, suyun kıyısındaki ılgınların arasından, İnce Memedi aramak için dağlara çekiliyordu. Bundan Kaymakamın, Yüzbaşının, öteki hükümet adamlarının hiç haberi olmamıştı. Kuzgun Veli, işini sağlama almak için bunu Ağalardan, Beylerden özellikle istemişti.

İnce Memedden korkulur, ona göre kendini sakın, demişti Molla Duran. Kuzgun Veli düşünüyordu. Acaba ne demek istiyordu Molla Duran? İnce Memed kimdi, küçücük, zavallı, ağzı süt kokan, zorlan eşkıyalığa itilmiş, tek başına dağlarda gezen, ne yapacağını bilemeyen bir kişiydi. Allah ondan razı olsun. Eğer o bu kasabalıları bu kadar korkutmamış olsaydı, yıllardır beklediği düze inme düşü gerçekleşemezdi. İnce Memed onun başına konmuş altından bir devlet kuşuydu. Onu öldürmek istemezdi ya, ne yapsın, o öldürülmek için karşısına çıkmış, bunun için ona devlet kuşu olmuştu. Ne kadar istemezse istemesin onu öldürecekti.

Sevincinden uçuyor, kendi kendine türkü söyleyerek, oynuyordu yürürken arada bir de… Gençliğinde de bir adam öldürdüğünde, yol kesip altın keseleri koynuna koyduğunda, ev bastığında da hep böyle keyiflenir, sevincine sınır olmazdı. Tez, tez günde öldürmeli bu İnce Memedi, güzel çiftliğine yerleşmeliydi.

O kadar çabuk yürüyordu ki öteki eşkıyalar, en gençleri bile arkasından yetişemiyorlardı.

Kale boynunu bu minval üzere aştıktan sonra Kuzgun Veli geriye döndü:

“Bu böyle olmayacak çocuklar,” dedi. “Yürümekle ona yetişilmez hemen. Birer at bulmalıyız, yukardaki Çerkeslerden.”

Öğleye doğru atlar hazırlanmış, çınarın dibinde onları bekliyorlardı.

Bir dağlan tutarlarsa, gerisi kolaydı ve İnce Memed avuçlarının içindeydi.

541

“Bizi asacaklardı, biliyor musun Memed,” dedi Ferhat Hoca. “İyi ki yetiştin de kurtardın bizi.”

Tam on gündür bu sarp, kuytu köydeydiler. Köye yalnız bir tek yoldan gelinebilirdi, o yol da çırılçıplak gözlerinin önündeydi. Yoldan karınca geçse köyden gözüküyordu. Köyde bir eski zaman kalesi kalıntısı, kalıntılarda da yabanıl aslan kabartmaları vardı. Buradaki bütün insanlar da Ferhat Hocayı tanıyor, onu seviyorlardı. Kimse bir şey söylemiyordu ya, Ferhat Hocanın her ne sebeptense burada birkaç yıl kaldığı belliydi. Memed, Hocayı çok yakından tanıdığı için, bu köyde hangi sebepten kaldığını merak bile etmiyordu.

Yobazoğlu onlardan daha yolda, nereye gideceğini, ne yapacağını söylemeden ayrılmış gitmişti.

“İnsanın bu kadar korkağı da…”

Ferhat Hoca en çok Yobazoğluna şaşıyordu. Diline pelesenk etmişti, “İnsanın bu kadar korkağı da…” diyordu da başka bir şey demiyordu.

Memed Ferhat Hocayla birlikte olduğundan hem çok mutluydu, hem de ona büyük bir güven duyuyordu.

O gün bugündür de İnce Memedle Ferhat Hocanın tartışmaları sürüyordu.

Hoca:

“İnsanın yolunu Allah çizer. Allah benim yolumu çok eskiden çizmişti de ben anlamamıştım. Ben, sen eşkıyalığı bırakıp gitsen de ben bu dağlarda kalacağım. Bunun bir mümkünü ça-

542

resi olmadığını anladım. Benim sonum kurşun. Bunu düşümde de gördüm. Hapisten kurtulacağımı, dağlara geleceğimi de düşümde görmüştüm. İnsan hem kendi yolunu kendi çizer, hem de Allah çizer. Ben dağda kalmamak için her şeyi yaptım, ama baktım ki alnıma yazılmış, kaderin önünden kaçamıyorum. Dağda bir tek eşkıya kalmasa da ben dağda kalacağım. Böylesi benim için daha iyi. O sığındığım köyde Allah seni boş yere karşıma çıkarmadı.”

Hoca sonunda çok kesin konuşmuştu, Memed üstelemedi. Çoktan da atıcılık talimlerine başlamıştı. Her sabah erkenden kalkıyor, namazını kıldıktan sonra:

“Haydiyin çocuklar, benimle gelen var mı?” diyor, yanma kim takılırsa onunla köyün arkasındaki düzlüğe çekiliyor, atışlara başlıyordu. Bir de durmadan dağ tırmanıyor, yürüyor, koşuyordu.

Memed, Hocanın her şeyine şaşırıyordu ya, onun atıcılığına hayran kalmıştı. Gözünün gördüğü neye nişan alıyorsa onu vuruyordu. Memed böyle bir nişancıyı ömründe ne görmüş, ne de duymuştu.

Köyde bir ay kaldılar. Memed anladı ki bu köylüler, yakın köyler Hocayı bir ermiş eylemişler, onu kutsuyorlar. Sebebini de öğrendi.

Ferhat Hoca kıtlık yılında üç arkadaşıyla bu köye sığınmış, yol kesmiş, Kayseriden, Develiden, Sivastan, köylerden zengin evleri basmış, sürüler talan etmiş getirmiş bu köylerin aç insanlarına dağıtmıştı. Gücünün yettiğince de buralardaki aç asker kaçağı sürülerinden onları korumuştu.

İşte bundan dolayıdır ki Ferhat Hocanın buralarda yeniden gözükmesi düğün bayram karşılanmıştı.

Memed:

“Hocam,” dedi, tüfeğini onun önüne uzattı, “ben senin emrindeyim. Çetebaşı sensin, bundan önce olduğu gibi, ben de senin çetenim.”

“Köylüler mi söyledi bunu sana?” “Köylüler söylemediler. Ben öğrendim.” Ferhat Hoca onun öğrendiklerini bura köylülerinin hiçbir zaman, hiç kimseye söylemeyeceklerini biliyordu. Onun mace-

543

rasını, buralara geldikten sonra, bir yabancıdan, saf bir çobandan cin gibi Memedin öğreneceğini de biliyordu.

“Bir gün sana her şeyi, bütün başıma gelenleri en küçük ayrıntısına kadar anlatırım. Al tüfeğini önümden. Çetebaşı sensin.”

“Alamam. Kabul edemem.”

“Al onu önümden. Ben kimin çetebaşı olacağını bilirim.”

“Ben de bilirim Hocam.”

Hoca kızdı:

“Al onu yerden. Eski köye yeni adet çıkarma.”

“Çıkarırım.”

“Başıma bela mısın sen?”

“Belayım.”

“O zaman arkadaşları çağıralım, hemen şimdi, çetebaşını seçelim. Sen olduğun yerde kal. Çocuklar gelin.”

Kasımla Temir onları biraz ötede durmuşlar izliyorlardı, yakma geldiler.

“Çetebaşını seçeceğiz. Memedi isteyenler?”

Üçü de Memedi istediler…

Memed bu oldubittiye bir düşte, bir yarı uykuda gibi küskün bakıyor, bir şey söylemiyordu.

Üçü de silahlarını aldılar, götürdüler Memedin ayaklarının dibine koydular. Memed birden duygulandı, gözleri yaşardı, hemen vardı Ferhat Hocanın elini kaptı alnına götürdü.

Köylüler olanı biteni görmüşler, duymuşlardı. O gece Memedin onuruna büyük bir şölen verdiler. Yakındaki köyden davulcular, aşıklar, türkücüler, kavalcılar geldiler. Köyün ortasındaki alana büyük bir ateş yakıldı, orman, kayalıklı yamaçlar sabaha kadar aydınlandı.

Bir hafta sonra Memed:

“Çok küflendik buralarda,” dedi, onun aklı fikri hep Seyrandaydı. Bir gün önce Seyranı alıp bilinmeyen yerlere, üstelik de portakal bahçelerinin olduğu deniz kıyılarına gitmek istiyordu. Bunun için de birazıcık olsun paraya gereksinmesi yok muydu?

“Çıkalım buradan. Yalnız burasını unutmayalım. En kötü günlerimizde… Buranın köylülerini teker teker kesseler, bizi kimse ele vermez.”

544

“Biliyorum, vermezler Hocam.” “Burası bizim kalemiz…”

Köylüler, kadın erkek, çoluk çocuk onları aşağıdaki gediğe kadar uğurladılar.

Ferhat Hoca köylülerden ayrılıp tepeyi çıkınca, gökte uçan kartallardan birisini gösterdi:

“Memed,” dedi, “şuna iyi bak. Bu benim ilk avım, eğer vu-rabilirsem talihim yaver gidecek.” Tüfeğini kaldırdı, tetiğe çöktü, kurşunun sesinden kayalar yankılandı ve kartal tıngır mıngır gökten düşmeye başladı. “Demek ki talihim yaver gidecek.” Hoca buradaki yolları, köyleri avucunun içi gibi biliyordu, akşama doğru bir küçük, ortasında tek parça kırmızı bir kayadan adacığı olan bir gölün kıyısına kurulmuş bir köye geldiler. Köylüler öteki köyden daha büyük bir sevgi, coşkuyla karşıladılar Ferhat Hocayı. “Hocam seni ölmüş biliyorduk. Candar-malar seni öldürmüşler diye çok haberin geldi, çok şükür bu günümüze Hocam,” diye sevinerek onu karşıladılar. Hocaya kurbanlar kestiler, onları orada bir hafta ağırladılar.

Gölde alabalık vardı. Ferhat Hoca bacaklarını çemreyip göle girdi, eskiden olduğu gibi elleriyle kovuklardan çok alabalık yakaladı.

Bu köyde çok güzel soylu atlar yetiştirirlerdi bilinen zamandan bu yana. Köyün atları Urfanın, Arabistanın soylu atlarından da daha ünlüydü. İnce Memedin bindiği Ali Safa Beyin atının ünü buralara kadar da gelmişti.

“Kimi atlar böyledir, bir tezikmeyegörsünler, onları kimsecikler yakalayamaz. İnsana düşman kesilirler. Yangın onu çok korkutmuş, bir daha ölünceye kadar kendine gelemez.”

Ferhat Hocayla Memedi iki katlı, güzel bir eve konuk etmişlerdi. Ev gölün üst başındaki kayalığın uçundaydı. Aşağıdaki göl som maviydi. Ortasındaki kırmızı kayalığa tanyerleri ışıyıp da gün vurunca göl de, o yörelerdeki ağaçlar, toprak, otlar da som kırmızıya kesiyor, gün yükselince de kırmızı kaya ışıltılara boğulup göl maviliyordu.

Hocayla Memed yan yana serili yataklarında sabahlara kadar konuşuyorlardı. Memed soruyor, öteki karşılık veriyordu. Hoca şu dünya üstüne, insanlar üstüne çok şey biliyordu. İnsa-

545

ran bir gözlerinin içine bakmayagörsün, yüreğinin en derin yerini bile okuyordu.

“Sen kafana takmışsın Memed, sana söz, öğüt para etmez. Al Seyranı yanma, git o deniz kıyısına, portakal çiçeklerinin arasına… Ama bil ki sen gene uzun süre oralarda kalamayacaksın, dağlara geri döneceksin. Senin mayanda dağlar var. İnşallah portakal bahçelerinde başına bir iş gelmez. Oradan çabuk kurtulursun… Bir insan İnce Memed olunca, İnce Memedlik insanın sırtına en büyük yüktür. Bir insan İnce Memed olunca başka hiçbir şey olamaz. Portakal bahçelerinin içinde bir gün, iki gün, bir yıl ancak kalabilir. Bir yıl ancak, o da en çok karısının koynunda kalabilir, bundan sonra bağlasalar hiçbir yerde duramaz.”

“Bayramoğlu otuz yıldır nasıl durdu?”

Ferhat Hoca güldü:

“Ben onun çetesinde kaldım,” dedi, “hem de uzun bir süre. Ondan boyuna haber alırım. O her gün, her sabah silahını kuşanır, karşı dağa kadar gider geriye döner. Onun silahını bir gün elinden alsınlar, bir sabah silahını kuşanamasm, gör sen ondan sonra Bayramoğlunu. Bayramoğlu bir gün dağa gene çıkacak. Belki de son soluğunda, ama çıkacak. O, yatağında osu-ra osura ölecek adam değildir. Sen Abdi Ağayı öldürdüğünde kaybolup gitmiştin, niçin döndün, kim zorladı seni, kim tanırdı seni?”

“Döndüm…” dedi Memed.

“Gene döneceksin. Senin de mayanda onların mayasında olandan var. Köroğlunun, Pir Sultan Abdalın, Sakarya Şeyhinin…”

Birisi aşık, hem pir, hem aşık. Güzel türküler söyler. Alevi, Kızılbaş, asi. Şahın adamı, Şah Alinin, hani Düldül atının sahibi Hazreti Ali var ya, onun adamı. Bu yüzden de padişaha düşman, ona asi.

Bir sabah yanında çalışan Hıdırı çağırır, ben bu gece bir düş gördüm Hıdır, der. Düşümde İstanbula gidiyormuşsun, orada Vali olup Sivasa geliyor, beni burada Sivas çarşısında ası-yormuşsun. Haydi güle güle. Yazgının önüne geçilmez. Hıdır-dır, pirin ellerine, ayaklarına düşer, aman pirim, yaman pirim,

546

ben seni nasıl asarım, yeter ki Vali olayım. Pir Sultandır, yürü git Hıdır, der, onu yolcu eyler. Hıdır gider, aradan yıllar geçer, Sivasa bir Vali gelir Hızır adında. Bir gün Valinin aklına gelir ki onu düşünde görerek, himmet edip İstanbula yollayan piri Yıl-dızelinin Banaz köyündedir. Hani o Vali olup beni asacaksın demişti ya, ben ona büyük, misli görülmemiş bir şölen çekeyim de görsün, der. Sivasla Banaz arası üç günlük yol. Şölen gününü hazırlar, Sivasın ileri gelenlerini, Beylerini, Ağalarını da çağırır ki pirine nasıl bir saygı gösteriyor Vali, Vali olduğu halde. Sivasla Banaz arası üç günlük yoldur, Vali adamlarını gönder-tip Pir Sultan Abdalı sarayına getirtir, o şölen yerine gelirken huzurunda niyaza varır. Pir buna derecesiz sevinir ya içinde de bir kuşkusu vardır. Bu Hıdır Hızır olmuştur ve hem de Osmanlı… Bir kişi Osmanlı olmuşsa ona güven olmaz. Bir de düşünü görmüştür pir. Derken şölen başlar. Sofrada türlü yemekler vardır, buralarda görülmemiş, bilinmemiş. Sofrada kuş sütü eksik. Herkes yemeği yemeye başlamış, Pir Sultan öyle elleri kolları bağlı gibi durup durmuş. Hızır Paşanın bu gözünden kaçmaz. Buyur pirim, yemek ye. Pir karşılık vermez, herkes iştahla yemeğini yerken o el bile sürmez. Aman pirim… Pir Sultan başını kaldırır, gözlerini oradaki Ağaların, Beylerin, yüksek devlet adamlarının üstünde teker teker dolaştırır, ben bu yemekten yi-yemem, der, çünkü bu yemekte tüyü bitmedik yetimlerin hakkı, kan ter içinde çalışanların kanı var, bu yemek zulüm yemeğidir, ben bu yemeği yiyemem, haramdır. Bu yemeği ben değil, köpeklerim bile yemez.

Hızır Paşa çok kızar, saçını başını yolar, öfkeden delirir. Durumunu birazıcık kurtarmak, bu Beylerin önünde daha fazla rezil olmamak için, çağır köpeklerini, pirim, der, bakalım yemeyecekler mi… Pirdir, hemen buradan Banaza el eder, köpekler yola düşüp gelirler. Buyur Paşa, işte köpekler. Yemekler Pir Sultanın köpeklerine sunulur, köpekler, yemekleri şöyle uzaktan, burunlarının ucuyla koklarlar, Paşanın adamları ne yaparlarsa yapsınlar yemezler.

Paşa bu kadar insan önünde çok bozulur. Bu aşağılanmayı nasıl yutacaktır, durumunu kurtarması gerekir.

Düşün gerçek çıkıyor, pirim, der Hızır Paşa. Yalnız sana pi-

547

rim olduğun için bir kapı daha açıyorum, bu bana yaptıklarına karşılık seni çoktan sallandırmayıydım. Şimdi sen, şu insanların huzurunda üç deme söyleyeceksin, bu üç demede de Şah adı geçmeyecek. Böyle yaparsan seni bağışlarım. Yoksa seni bu sabaha karşı şehrin meydanında en yüce ağaca astıracağım.

Pir Sultan sazı kucağına çeker, ilk demesini söyler. Başta Paşa, ortadakiler donar kalırlar. Pir Sultan şiirinin her dizesinde bir kere Şah demiştir. Şölendekiler ikinci demeyi beklerler. O da baştan aşağıya Şahla doludur. Üçüncü deme de öyle.

Hızır Paşa, pirim, düşün gerçekleşti, der, asesler piri alırlar Sivas meydanında asarlar. O yüzden Sivasm adı kanlı Sivas kalır. Kıyamete kadar da bu şehir böyle anılacaktır.

O sabah günle birlikte bütün Sivasta Pir Sultan Abdalın bu minval üzere asıldığı konuşulur. Bir tanesi der ki, ben ala şafakta Pir Sultanı ak libaslara bürünmüş Kayseri kapısından çıkıp giderken gördüm. Ötekisi, ben de onu Tokat kapısında gördüm, der. Kimi onu şehrin doğu, kimi batı kapısında görmüştür. Kimse pirin asıldığına inanmamaktadır. Kuşkuda olanların bir kısmıysa, Halep oradaysa arşın buradadır, derler. Haydi meydana gidelim de görelim, Pir Sultan asıldıysa oradadır. Şehrin alanına gelirler ki ortalıkta hiç kimse yok. Yalnız bir kalın, uzun ip bir ağacın dalında sallanır durur…

Ferhat Hoca güzel sesiyle Pir Sultanın o üç, her dizesinde Şah adı geçen şiirini söyledi. Memed:

“Karacaoğlan, Dadaloğlu gibi bir aşıkmış. Hak aşığı…” “Dadaloğlu gibi,” dedi Ferhat Hoca. “Pir Sultanın atı yokmuş, öyle mi?” “Yok,” dedi Ferhat Hoca.

Sakarya Şeyhini sorarsanız Sultan Dördüncü Murat devrinin Mehdisidir. Mehdi olaraktan Sakarya dağlarında zuhur ve huruç eylemiştir. Padişah üç kere üstüne ağır asker göndermiş/ Mehdi üç keresinde de Osmanlı askerini birkaç bin kişisiyle püskürtmüştür.

Sultan Murat ordusunu çekmiş Bağdat seferine giderken ordu Konyada konaklamış. Bu arada serasker, sadrazam, vezirler, aman biz ne yapıyoruz, diye ayıkmışlar, Padişaha gitmişle1″‘

548

Padişahım, biz böyle ne yaptık, biz askeri aldık Bağdada gidiyoruz, o melun Sakarya Şeyhi nam Mehdi de İstanbulun burnunun dibinde, bizim altmış bin kişilik ordumuzu yenen beş bin kişilik orduyla kaldı. Ya İstanbulu işgal ediverirse? Sultan Murattır, düşünmüş, demiş ki, gidin benden selam söyleyin Şeyhe, ona bir soylu at, bir hilat kürk, bir de vezirlik tuğu gönderiyorum. Bağdadin fethine, Kızılbaş üstüne gidiyorum, ordusunu alsın gelsin, sevaptır, o da Bağdadin zaptına katılsın. Serasker, sadrazam, vezirler almışlar armağanları gelmişler Sakarya dağlarına. Buldurmuşlar Şeyhi.

“Padişah sana vezirlik ihsan eyledi hem de üç tuğlu. Bu atı, bu hilatı da yolladı. Kızılbaş üstüne seferim var, sevaptır, o da ordusunu çeksin gelsin de birlikte fethedelim Bağdadi, dedi.”

“Kabul edemem.”

“Ne? Ne, vezirliği mi kabul edemezsin?”

“Edemem.”

“Nasıl edemezsin?”

Serasker, Sadrazam şaşırmışlardı. Karşılarında uzun boylu, çökük avurtlu, kara abanoz sakallı, solgun, yanık tenli, yalım karası ışıltılı, keskin gözlü bir genç adam kaya gibi duruyordu.

“Edemem.”

“Edemezsen biz de seni burada, İstanbulun burnunun dibinde bırakamayız.”

“Biliyorum.”

“Senin beş bin kişin var, Bağdat ordusunun yekunu neredeyse üç yüz bin kişi…”

“Biliyorum.”

“Bu orduyu geriye döndürüp seni hallettikten sonradır ki ancak biz Bağdat seferine gidebiliriz.”

“Biliyorum.”

“Bu ordu seni yenecek. Sen yakalanınca Konya çarşısında bir eşeğe ters bindirilip çırılçıplak dolaştırılacaksın.”

“Biliyorum.”

“Derdin ne öyleyse?”

“Zuhur ve huruç etmeye mecburum.”

Ve mecbur adam, Sakarya Şeyhi kapıda duran kır atına atladı mor dağlara doğru uçtu gitti.

549

Ve Sultan Murat Bağdat ordusunu onun üstüne çekti. Sakarya dağlarında mübalağa cenk olundu. O gün akşama kadar Şeyhin ordusundan hemen hemen kimse kalmadı. Ve akşamüstü Şeyhi yakaladılar. Yalım karası gözlerinde korku, soluk, güzel yüzünde keder yoktu.

Konya şehrinde onu bir eşeğe ters bindirip cellada teslim ettiler. Cellat onun derisini ağır ağır yüzdü, mafsallarını kanır-dı. Onun yüzünde en küçük bir sızlanma gözükmedi. Cellat boynunu uçurmadan: “Eriş ya Dede Sultan,” dedi.

Sabaha karşı biraz uyumuşlardı. Memed hiç uyumak istemiyor, günlerce, gecelerce Hocayı dinlemeye can atıyordu. Bu Ferhat Hoca da ne çok şey biliyordu… İnsanı, ağacı, otu, çiçeği, yıldızları, şu dünyada ne var ne yoksa, tekmil gizleri ondan sormalıydı. Bu dağlarda niçin bu kadar çok dolaşmıştı, eşkıya desen eşkıyaya, imam desen imama, kaçakçı desen kaçakçıya, asker kaçağına, şehirliye, köylüye benzemiyordu. Memed şaşkınlık içindeydi, bu yaşa gelmiş buna benzer hiçbir adamı görmemişti.

Tanyerleri ışırken, bütün bir gece uyumuşlar gibi dipdiri kalktılar, giyinip gölün kıyısına indiler. Sabahın sisi içindeki gölün dibinin aydınlığında yıldırım hızındaki kırmızı benekli alabalıklar oynaşıyorlar, bir anda bir yere toplanıp, bir anda da ortalığa kıvılcımlar fışkırtarak kayıyor yitip gidiyorlardı. Suda balıklarla ışıkların oyunu karmakarıştı.

“Eriş ya Dede Sultan, demiş, başka bir şey dememiş öyle mi, cellat palayı çalarken öyle deyişi, kellesinin kanlar saçarak yere düşmesi olduğu gibi gözlerimin önünde. Bu gece düşümde Pir Sultan oturmuş bir ak taşın üstüne türkü söylüyor, Şeyh de durmadan, eriştin mi bana Dede Sultan, diyor, ışık gibi arı, gökyüzü gibi duru gülüyordu.”

“Bu dünya işte onlardaki mayanın yüzü suyu hürmetine duruyor, onlar olmasa bu dünyayı zulüm, kötülük, pislik alır götürürdü çoktan.”

“Götürürdü,” diye onu onayladı Memed. Gözlerini suya dikmiş çok derin, etiyle kemiğiyle, saçlarının köklerine, tırnaklarının uçlarına kadar bütün bedeniyle düşünceye kesmiş dü-

ORHAN KEMAL    550 Ü. HALK KÜTÜPHANESİ

sunuyordu. Suyun dibindeki çakıltaşlarının üstünde ışıklar dalga dalga genişleyerek kıyıda tükeniyorlardı.

“Demek kellesi uçarken, eriş ya Dede Sultan, demiş, başka bir şey dememiş, ne yalvarmış ne de yakarmış, başkaca hiçbir şey dememiş?”

“Dememiş,” dedi Ferhat Hoca gülümseyerek.

Kaldıkları eve döndüklerinde çoban Müslümü eşiğe oturmuş kendilerini bekler buldular.

Onları görünce ayağa kalktı:

“Beni bildin mi İnce Memed?” diye sordu.

“Bildim. Hani sen o Yüzbaşının köpeğini öldürdüğü çoban çocuk değil misin, kan işeyen?”

“Benim,” dedi Müslüm. “O Kertiş Aliyi de, o Yüzbaşıyı da öldüreceğim.”

“Dur hele,” diye gülümsedi Ferhat Hoca. “Dur hele, onları sonra öldürürsün, şimdi sen buraya niçin geldin, onu söyle?”

“Amma da bulunmaz adamlarmışsınız siz de, hay yiğen. Sizi araya araya ayaklarım şişti, çarığım delindi,” diye gücenik konuştu Müslüm.

Ayağının altını gösterdi. Çarığının bütün tabanı aşınmış gitmişti.

“Sana yeni bir çarık alırım. Buraya niçin geldin?” “Beni sizi bulmaya Topal Ali Ağa gönderdi.” Ferhat Hocaya, eğil işareti yaptı, bu adamı İnce Memedden daha çok gözü tutmuştu. Ferhat Hoca eğilip kulağını onun ağzına dayadı: “Bakın, beni buraya Topal Alinin gönderdiğini sizden başka kimse bilmeyecek. Bilirse olmaz. Dünya ağzı gevşek adamlarla doludur. Olur mu?”

“Olur,” dedi Ferhat Hoca doğrulurken. “Sen getirdiğin haberi söyle.”

Çoban Müslüm kuşkulu gözlerle yanma yönüne bakındı, kimseyi göremeyince, alçak sesle:

“Kuzgun Veli çetesi sizi öldürmeye geliyor.” Sesini daha alçaktı. “Topal Ali Ağa dedi ki, kasaba Beyleri ona çok para vermişler sizi öldürsün diye. Bir de onun suçlarını bağışlayacak-mış Hükümet, o da gidip çiftliğinde yan gelip yatacakmış ölene kadar. Topal Ali böyle dedi işte.”

551

“Sağ ol Müslüm,” dedi Ferhat Hoca, onu kucakladı. Ardından da bir dua okuyup onun üstüne üfledi.

“Bildim,” diye güldü Müslüm. “Sen Ferhat Hocasın. Hııı-ım… Sen ne yaman adamsın sen…” Müslüm onu tanıdığına sevinmişti.

“Sen beni nereden biliyorsun?”

“Ben seni bilirim, hem de çok iyi,” diye övündü Müslüm.

“Sen bizi nasıl buldun Müslüm?” diye merakla sordu Me-med.

“Ben bulurum,” dedi Müslüm. “Sen onun orasına karışma-san iyi edersin. Üzümünü ye bağını sorma. Şimdi ben Kuzgun Veliyi kovalamaya gidiyorum.” Sesini alçalttı, sağma soluna ba-kındıktan sonra: “Topal Ağa bana dedi ki, haberi ver onlara, sonra da Kuzgunun yerini bul, onlara bildir dedi. Ben gidiyorum, bir diyeceğiniz var mı, sizi neredeyseniz ben bulurum…”

“Bir yemek yeseydin ya Müslüm.”

“Azığım var belimde. Cebimde de param var.” Bir iki topallayarak yürüdü. “İşte o dedi ki bana, gün geçirip fırsat verme zamana. Sağlıcakla kalın.” Yürüdü, bir elli altmış adım gittikten sonra döndü: “Senin at var ya, senin at? O delirmiş yahu Memed Ağa. Çok bela bir at olmuş. Onu geçen gün Karsavuran düzünde gördüm. Kendi kendime, bu İnce Memedin atıdır, dedim, yanına varayım da azıcık boynunu okşayım, dedim, aman varmaz olsaydım, az daha beni öldürüyordu. Yüzbaşı da emir vermiş, o at demiş, görüldüğü yerde, İnce Memedden de önce vurulacaktır, demiş. Yaaa, duydun mu Memed, onun hakkında da vur emri var. Benim köpeğimi de öldürdü o Yüzbaşı. Ben de onu öldüreceğim. Senin atını öldürürse de… Köylüler de senin atma yaklaşamıyorlarmış. Köylüler dediler ki, o ata yaklaşınca at görünmez oluyormuş. Olmaz olsun öyle at, iyi huylu bir şey değil. Vururlarsa hiç üzülme. Aaah, benim köpeğim öyle miydi ya…”

İçini çekti.

552

26

Yağız at yel gibi uçarak geldi geniş yeşil çayırlığın ortasında durdu. Başını kaldırıp kulaklarını dikti. Düzlüğü çepeçevre sarmış orman uğulduyordu. Sarı yapraklar yer yer yeşili örtmüştü. Uzaktaki yarı puslu dağın koyaklarına sabahın gölgeleri düşmüştü. Dimdik at kımıldadı, gerindi, sağrısı ince ince kırıştı. Bedeni upuzun uzamış, karnı yere değecek kadar gerilmişti. Bir süre böyle durdu. Dikeldiğinde kuşkuyla sağa sola bakındı, bir kayalık ayna gibi arada bir şavkıyor, ışıklar atın gözüne geldikçe at bir irkiliyor, kulaklarını dikip sağa sola bakmıyordu.

Çayırlığın ortasından yöresini mor çiçekli yarpuzlar almış, dibi ak çağşaklı üç pınar kaynıyordu. Pınarlardan suların yüzündeki kaygan böcekleri son hızla oradan oraya kayıyorlardı.

Yağız at çok ağır, yürümez gibi en yakınındaki pınara yürüdü, eğildi, kuyruğunu usulca sallayarak suyu içmeye başladı. Başını sudan bir türlü çekmiyordu. Yukarda, gökte atmacalar, göğüslerini esen yele vermişler, öyle süzülüyorlardı. Pınarın başına üç tane ardıç kuşu kondu. At bundan ürker gibi oldu, başını kaldırdı, sonra geri indirdi. Az sonra bir ak bulut gibi bir kelebek sürüsü geldi, pınarların yöresindeki mor yarpuzlara kondu. At, çayırlık, bir süre ak kelebek bulutu içinde kaldı. At huylandı, başını aşağı yukarı, kuyruğunu yana yöreye hızla salladı. Kelebekler bir uçuyorlar, sonra gerisin geri yarpuzlara konuyorlardı. Bir ara geliyor, at kelebeklerden gözükmüyordu. Durmadan başını silkeleyen, kuyruğunu da daha hızlı sallayan

553

at aldı yatırdı. Kelebekler onu bırakmıyorlar, onunla birlikte, onu sarmışlar uçuşup gidiyorlardı. Güneşte çok ışıltılı, saydam, pul puldular.

At çayırlığı bir uçtan bir uca kelebeklerle gidiyor geliyor, duruyor eşiniyor, çifte atıyor, alıyor yatırıyor, şaha kalkıyor, kelebeklerden bir türlü kurtulamıyordu.

Düzlüğün ortasında yorulmuş, teslim olmuş durdu. Ak kelebekler üstünde kaynaşıyorlar, o inatla öyle durmuş hiç kıpırdamıyordu. Üç pınarın üçünün de suyu taştı, fokurdadı, ak köpükler kabardı yeşil çimenlerin üstünden çağıldadı. Atın dizlerine kadar çıktı sular. Kelebekler atın üstüne sıvanmışlardı. Sular ormana çekildiler gittiler. Güneş pınarların dibine vurdu. Atmacalar orada, göğün mavisine yapışmış daha öyle duruyorlardı.

Aşağıdaki ormanın içinden bir yalım patladı sündü, at yalımı görür görmez olduğu yerde bir süre pisti, karnı yere yapıştı, kulaklarını indirdi, perçemi başının ucundaki sarı çiçekli çalıya değdi. Üstünde kelebekler, nereden geldikleri belirsiz gittikçe çoğalıyorlar, at da gözükmüyordu. Güneş ortalığı kavurdu, gözleri kör eden tozlu bir sarı sıcak aldı ortalığı, otlar, pınar, mor çiçekli yarpuzlar kurudu. Bir toz tabakası ormanı, otları, çiçekleri, suları kapladı. Kar yağmış gibi her yer tozlar altında kaldı. Yağız at silkindi, tozlar, kelebekler döküldü. Bir ara Hürü Ana elinde bir urgan, bir tutam ot ata yaklaştı. Bir yalım patladı aralarında at şahlandı ileriye sıçradı, yöresini sarmış yalımlarla birlikte kendi yöresinde hızla döndü. Hürü Ana, atın ötesinde durmuş yalımlarla birlikte dönen atı seyreyliyordu. Ormandan elleri urganlı, bir tutam otlu bir sürü köylü çıktı. Yalımlarla birlikte dönen ata doğru geldiler, Hürü Ananın arkasında döndüler. Ormandan çıkıp geliyorlar, çıkıp geliyorlar Hürü Ananın arkasında toplanıyorlardı. Sonra ortada yalımlarla dönen atın yöresinde halkalandılar. Kalabalık büyüyordu atm yöresinde. Yalımlar söndü. At gene ak kelebek bulutu içinde kaldı. O döndükçe de kelebekler savruluyor ama onu bırakmıyorlardı.

Urganlar sağıldı ata doğru. At döndükçe atılan urganlara dolanıyordu. Dizlerinin üstüne çöktü. Bu anda da gözden yitti gitti. Köylüler şaşırdılar. Atın döndüğü yere geldiler. Otlar bir

554

harman yeri kadar ezilmişler, at izleri toprağı çakur çukur etmişti.

Sert bir yel esti, sarı yaprakları savurdu. Köylüler yaprakların altında kaldılar. Hürü Ana gülerek, ata söverek yaprakların altından çıktı elindeki urganla. Köylüler de yapraklan yararak onu izlediler. Hürü Ana bir kayanın üstündeki atı görünce ona koştu. Köylüler de onun arkasından… Kayalığı çevirdiler. At hiç aldırmıyor, kayanın sivrisinde, yönünü güneşe dönmüş, uzun gölgesi kayayla birlikte toprağa serilmiş orada dimdik duruyordu. Köylüler kayalığa tırmanmaya başladılar. Dik kayayı yarıya kadar tırmanıyorlar, oradan öteye bir karış bile çı-kamıyorlardı. Kaya sallandı, tırmanan köylülerin hepsi yere döküldüler. Eli mavzerli, kara yüzlü bir adam çıktı ortaya, durun siz, dedi. Diz çöküp toprağa, ata nişan aldı, arka arkaya beş el ateş etti, at yerinden kıpırdamadı bile. Onun ardından Yüzbaşı Faruk geldi kayanın dibine, köylüler süklüm püklüm, elleri karınlarının üstüne kavuşturulmuş yana çekildiler. Azgın yüzlü Yüzbaşı Faruk ata bakınca yüzünü geniş bir gülümseme kapladı, yere diz çöktü, ata nişan aldı, arka arkaya beş kere ateş etti. At hiç aldırmadı. Yüzbaşı Faruk mavzerini çabucak doldurdu, gene beş kere tetiğe bastı. At hiç oralı değildi. Yüzü güneşe dönük, olduğu yerde öyle durdu kaldı. Yüzbaşı tüfeğini doldurup doldurup boşaltıyordu. Hiç de yorulmuyordu. Bir kelebek bulutu geldi, atı sardı. At kendi yöresinde kelebekleri savurtarak döndü, ardından da kayanın doruğundan, kelebeklerle birlikte, tam Yüzbaşının üstünden bir kuş gibi süzülerek, uzaktaki çayırlığa indi. Seyran onu yelesinden tutmuş çekiyordu. Yüzbaşı köylülere döndü, İnce Memedin canı bu attadır, sizden bunun ölüsünü ya da dirisini istiyorum, dedi. Eğer tez günde bunun ölüsü ya da dirisi bana gelmezse siz bilirsiniz. Köylüler, gözümüzden iste bu atı Yüzbaşım, dediler. Asım Çavuş orada, kayanın dibine sinmiş, çömelmiş, tüfeği kucağında üst üste sigara içiyor, üzgün düşünüyordu.

At yeşil çayırlığın ortasında duruyor, yelesini sarkıtmış, kuyruğunu sallıyordu. Ayaklarındaki dört nalı da attığı, tırnaklarının genişlemesinden belli oluyordu. Biraz zayıflamış, tüyleri de domur domur kabarmış, uçları güneşten solmuştu. Atma-

555

çalar gökyüzünde oldukları yerde, mavi göğe yapışmışcasma süzülüyorlardı.

Bir sürü kuş, hepsi de ak, ormandan top top çıkıp çayırlığa kondular. Yağız at, çayırlığın aklığının üstünde bir kara leke gibi kaldı. Uzaktaki dağdan bir ak bulut koptu geldi, atın tam üstünde durdu. Bulutun gölgesi ak kuşların, yağız atın üstüne düştü. Bir mavi, küçücük gölekte atın yansıması gün ışığıyla birlikte çalkalanıyordu. Yağız atın yansıması gölün aydınlığında bir kırılıyor, kayanın doruğuna çıkıyor, ardından süzülerek iniyordu. Altın pırıltısmdaki balıklar atın üstünde dolaşıyorlardı.

Gök, çayır, mor yarpuzlar, sarı yaprakları esen yelde uçan orman, at, her şey silindi, her şey ak, saydam bir ışığa kesti. Ormanın üstündeki ışık şırlıyor, dünyanın öteki ucu gözüküyordu. Portakallar çiçek açmış, kokuları taa Akdeniz kıyılarından dalga dalga dağlara kadar vuruyordu.

Kırmızı, pembe, ak, sarı keven dikenleri birer yalım öbeği gibi yanıyordu uzak dağın yamacında. Gün ışığında dönüyorlardı. Tanyerleri ince, bulutlu işiyordu. At, upuzun uzatmıştı bacaklarını, gerinince karnı yere değdi değecek. Gözleri dışarıya fırlamış, gözlerinin akında kırmızı damarlar, boynu kuğu boynu gibi uzun, güzeldi. Dağın doruğundan ışığa batmış, keven dikenlerinin cümbüşüne karışmış, ayağının altındaki taşları yuvarlayarak kır, güzel, ince boyunlu, nazlı bir kısrak geldi yağızın biraz ötesinde durdu, otlamaya koyuldu. Yağızı sanki hiç görmemişti. Yağız yeni gelene başını kaldırdı baktı, o da onun gibi, onu görmemişcesine atlamaya başladı. Aralarında vızıldayarak, ondan ona gidip gelen yeşil, bir parmak büyüklüğünde ışığa gelince çakıp sönen bir arı mekik dokuyordu.

Yağız at, usulca kısrağa yaklaştı. Öteki oralı olmadan, karşı koyağa otlayarak ilerledi. Koyakta insan boyu kadife kırmızı çiçekler el büyüklüğünde, el büyüklüğünde buradan ormana kadar sık, yılan giremez açmışlardı. Kısrak çiçeklerin arasına daldı ve ilk olarak yağıza baktı. Yağız ona koştu. Onunla koklaşmak istedi. Kısrak birden onun yelesine bir diş attı, yağız geriye sıçradı. Kısrak, az aşağıya, koyağın dibine çekildi, yağız onu bırakmadı, burnunu kuyruğunun dibine götürdü. Kısrak, sert

556

bir çifteyle onu durdurdu. Yağız kızmıştı. Sağında solunda dönüyor, kokluyor, öteki ısırıyor, beriki aldırmıyordu. Kısrak, geriliyor, arada bir bacaklarını açarak işiyordu. Yağız onun işemi-ğini kokluyor, başını göğe dikiyor, burun deliklerini alabildiğine açarak havayı kokluyordu. Öteki duruyor, işiyor, yağız koklayarak onun yöresinde dönüyordu.

Kısrak durdu, arkasına döndü, yağıza baktı, yağızın burun delikleri titriyor, açılıp kapanıyordu. Aletini çıkarmış, dikmiş, karnına yapıştırıp yapıştırıp indiriyordu. Kısrak bacaklarını açmış, gerilmiş, sağrısı ince bir titreşimde bekliyordu. Yağız ön bacaklarını açtı, uzattı, kısrağın üstüne attı, dişleriyle onu boynundan kavradı, tutturamadı indi. İkincide de tutturamadı. Üçüncüde artık dişleri kısrağın yelesini bırakmadı, kısrağa aştı. Sağrısı gerildi, önce çabuk çabuk, sonra yavaştan devinmeye başladı. Atın üstündeki ön bacakları, baldırları, sağrısı uğunan bir titremedeydi. Bu sırada ak bir kelebek bulutu ortalığı ışığa boğarak geldi, onların üstlerini örttü. Yağız, kısrağın üstünden inince de kelebekler, geldikleri gibi ışıldayarak, top top savrularak, havada zikzaklar çizerek çekildiler gittiler.

Yağızla kır kısrak orada, oldukları yerde kulaklarını düşürmüş, başlarını toprağa sarkıtmış kaldılar.

Doğudan bir yalım parçası sündü geldi, çiçeklerin arasından geçti, atların yöresinde halkalandı. Yağız bir sıçrayışta yalımları aşıp yönünü dağa döndü, bir anda da keven dikenlerinin kırmızı, sarı, pembe dumanının arkasında yitti gitti.

Bir koyağın diz boyu taze çayırlarının ortasmdaydılar. Yağızla kısrak, kıtlıktan çıkmışçasına, başlarını yerden kaldırmadan otluyorlardı. Uzakta, ormanın üst yanında bir yerden gür bir duman tütüyor, yamaca doğru yayılarak ağıyordu. Atmacalar, göğüslerini yüksekte esen serin yele vermişler, alabildiğine kanatlarını açmışlar, bomboş, duru gökte salmıyorlardı.

Çalının arkasından turunculara bürünmüş, uzun kara belikleri kalçalarına kadar inmiş bir kız çıktı, yayılan atlara doğru yürüdü, kır kısrağın yanına geldi. Yayılan kır kısrak kızı görünce başını kaldırdı, baktı, kızı bekledi. Kız onu yelelerinden tuttu, üstüne bindi sürdü. Yağız bir süre kır kısrağın kuyruk altını koklayarak onların arkasından gitti, kız atı doldurunca yağız

557

olduğu yerde kaldı. Ötekiler uzaklaştılar. Yağız uzun uzun üst üste birkaç kere kişnedi, arka ayaklarının üstüne dikilerek, onların arkasından, onlar gözden ıralıncaya kadar baktı. Mahzun geriye dönüp yeniden otlamaya koyuldu.

Yağız at tanyerleri ışırken o çok mavi gölün kıyısmdaydı. Suyun üstü dumanlanıyordu. Ormanın sarı yapraklarının üstünden bulutlar kalkıyordu. Kır kısrak karşı kıyıda kişniyor, eşiniyor, bacaklarını gerip işiyor, yağız da burun deliklerini açarak derin derin, bütün havayı içine çekiyordu.

Yağız dayanamadı, kendisini mavi sulara bıraktı, öbür kıyıya doğru suları köpürterek yüzmeye başladı. Kır kısrak da kendisini suya attı, ortada buluştular. Yağız onu dişleriyle boynundan yakaladı, kısrak kurtulmaya çalıştı, çabaladı, sonunda da kurtuldu. Birlikte kıyıya çıktılar. Kısrak sırtından sular akarak bacaklarını alabildiğine gerip işemeye başladı, çırpındı, üstündeki suları döktü. Yağız onun yanma geldi, aşmak istedi. Yörelerini urganlı, silahlı köylüler alıverdiler. Kısrak huysuz-landı, kişnedi, arkasını döndü yağıza çifteler yağdırdı. Yağız şahlandı, kişnedi, kudurdu. Eli urganlı köylü kalabalığı gittikçe kalabalıklaşarak üstlerine geliyorlardı. Aralarına nereden geldiği bilinmeyen bir yalım düştü, patladı, sündü, üstlerine bir ak bulut indi, yağız kalabalığın üstünden göle süzüldü, yüzerek karşıya geçti. Kır kısrak da arkasından geldi. Gölü çıktılar, çırpınıp sularını döktüler, ormana daldılar.

Güzel bir bahar ılıklığında toynakları yumuşacık toprağa gömülerek, ak çiçekler açmış portakal bahçelerine düştüler. Esen yel, dalga dalga şimdiye kadar hiç bilmedikleri bir koku getiriyordu burunlarına. Portakal bahçelerini geçtiler. Irgatlar iki büklüm olmuşlar, tarlalarda çalışıyorlardı. Aralarından sıyrıldılar. Çalışan adamlar o kadar işlerine vermişlerdi ki kendilerini, önlerinden geçen atları görmediler bile… Kıyılarına vardıkları uçsuz bucaksız serilmiş büyük deniz minare boyu dalgalarla köpükleniyordu. Biribirlerine sokularak yan yana denizi beklediler. İkisinin de gölgesi kumlara düşmüştü. Bir incecik yel çıktı, sonra durdu. Kısa aralıklarla yel bir fisiliyor, bir duruyordu. Çok sıcak vardı. Sıcakta deniz duruldu, üstü dümdüz oldu, kırışıksız. Denizin ortasından bir aygır başı gözüktü, bu

558

yana geliyordu. Kır kısrak huylandı, kaçmaya davrandı. Portakal kokuları denize doğru esti. Kır kısrağın burun delikleri titredi. Denizdeki at başı gittikçe yaklaşıyordu. Geldi geldi, tam önlerinde denizden çıktı. Lekesiz kır, iri, gözleri büyük, kulakları kalem, yeleleri mavi boncuklu bir aygırdı. Silkindikten sonra kır kısrağa yaklaştı. Onu kokladı. Kısrak hiçbir şey yapmıyor, hiçbir devinimde bulunmuyordu.

Yağız şaşırmış, kır kısrak ne yapacak diye bakıyordu. Aygır onun her bir yerini kokluyordu. Denizden kıpkırmızı bir yalım sağıhverdi kıyıya, yağız şahlandı, aygıra saldırdı. Kır kısrak bir yana çekilmiş bu biribirine girmiş azgın atlara bakıyordu.

Dövüşleri uzun sürdü. Kuyruk, yele kılları havada uçuşuyor, keskin dişlerin yaraladığı bedenlerden kanlar akıyor, atlar kırmızıya boyanıyordu. Sonunda ikisinde de kıpırdayacak bir durum kalmadı ya, yağız biraz daha canlıydı. Aygırı önüne kattı, tarlalardan, portakal bahçelerinden onu dağlara sürdü. Aygır ormanda yitinceye kadar arkasından kovaladı. Döndü denizin kıyısına geldi. Kır kısrak onu orada bacaklarını açmış bekliyordu. Yağız yorgunluğuna bakmadan ona aştı. Bu sırada da bir kelebek bulutu gelip pır pır üstlerini örttü.

Bulut dağılınca eli urganlı köylü kalabalığını karşılarında buldular. Bu sefer çok daha kalabalıktılar. Hep birden onları yakalamak için urganlarını attılar. Bir yalım patladı. Yağız kendi yöresinde üç kere döndükten sonra denize atladı, kır kısrak da arkasından… Kalabalığın bağırtısı, şamatası az sonra gerilerde kaldı. İki at yan yana uçsuz denizde sonsuza doğru yüzüyorlardı.

559

Gediği aşınca Sakızlı köyü karşılarına çıktı. Köy bir koyağın üst ucundaki düzlükteydi. Sırtını mor kayalıklı Kekilli dağına vermişti. Evlerin çoğu yarı yarıya yıkılmış, duvarların taşları arasından yaban otları, eşek incirleri, çiçekler fışkırmış, köyün dışındaki ağaçsız küçük mezarlığın da bütün hece taşları devrilmişti.

Kasım köyün üst başına gelince durdu, bir taşın üstüne sekilendi.

“Şu ev bizimdi,” dedi kaşlarını çatarak. Koyağın karşı yamacındaki, yığma taşlardan geniş bir avlusu olan iki katlı, sıvaları dökülmüş, bağdadi kirişleri görülen bir evi gösterdi. “Köy sürüldükten sonra buraya bizim köyden tek gelen insan benim. Ne yapalım, bütün keçilerini yemiştik Çiçeklidereli Mahmut Ağanın. Açlık bu. Dini imanı, vicdanı yok açlığın…”

Konuşkan bir adam olmayan Kasımın dili çözülmüştü.

“Benim yutamadığım, bizi buradan kovdu anladık, keçilerini yemiştik. Ama Çukurovadaki köyümüzü neden elimizden aldı? Biz o toprakları canımızı vererek çıkarmıştık.”

Ellerini gösterdi. Ellerinde çalı yırtmamış, orak, tahra, balta kesmemiş azıcık bir yer bile kalmamıştı. Elleri bir tuhaf hayvana benziyordu.

“Öldürdüğün Mahmut Ağanın küçük kardeşiydi, değil mi?” diye onun yanma çömelmiş Ferhat Hoca sordu.

“Bir kurşunda başı paramparça oldu, taşa düşmüş karpuz gibi.”

560

“Senden başka, öteki köylüler hiç mi diretmediler?”

“Diretmediler. Diretseler de hiçbir şey gelmezdi ellerinden. Mahmut Ağanın başında çok silahlı adam vardı. Bir de Hükümet arkasında. Çok da gözümüzü korkutmuştu bizim Mahmut Ağa. Bu kadar korkan insanlar hiçbir şey yapamazlar.”

“Sen nasıl yaptın öyleyse?”

“Ben onların on misli, yüz misli korkuyordum da ondan. Nasıl yaptım, ben de bilmiyorum. Parmağım tetiğe dokunuver-miş.”

“Ya şimdi Kasım?”

“Şimdi o kadar çok öldüm ki, korkuya alıştım.”

“Duyduğuma göre senin Sakızlı köylüleri, yani Yalnızkurt köylüleri başlarını almışlar, uzak, adı sanı duyulmadık diyarlara gitmişler. İmleri timleri belirsiz olmuş.”

“Antakyaya, Amik ovasına gittiler. Orada saklanıyorlar. O kadar korkuyorlar ki Mahmut Ağadan, orada da gelir kendilerini bulur diye, delik delik kaçıyorlar. Böylesine bir korku görülmüş değil. Böylesi bir korku ölümden de beter.”

“Beter,” diye onu onayladı Ferhat Hoca. “Bir aşabilselerdi içlerindeki o korku dağını, bir kırabilseler o zinciri bir daha kimse o köylüleri zapt edemez. Ne kadar güçlü olursa olsun Mahmut Ağa toz ediverirler onu. Ama gel gör ki…”

İnce Memed de Ferhat Hocanın yanma tıpkı onun gibi çömelmiş, elindeki bir çöple toprağı karıştırıyor, hiçbir söze varmıyor, salt dinliyordu. Temirse aşağıdaki çitlembik ağacının altına oturmuş, sırtını gövdeye dayamıştı, boynunu uzatmış ıpıssız köye bakıyordu.

Kasım içini çekti:

“Bir daha dönmeyecekler bizimkiler bu köye, Çukurovaya da… Çöl Arabistanda yitecekler.”

Ayağa kalkıp köye aşağı yürüdü. Ötekiler de onu izlediler. Kasım vardı evlerinin avlusunun önünde durdu, orada bir süre bekledi.

“Ne o Kasım, eve girmeye korkuyor musun?”

“Ben bu evde doğdum da, büyüdüm de…” Başını kaldırdı Ferhat Hocaya, Memede, Temire baktı, evi baştan aşağı süzdü. “Giremeyeceğim,” dedi, arkasını döndü, koyağın dibinden, su-

561

yun kıyısından yokuş aşağı yürümeye başladı. Ötekiler onun ardından zor yetişiyorlardı. Yıkık köy, ortasındaki çıplak, uzun kavak ağacıyla gözükmez oluncaya kadar bu minval üzere yürüdüler. Memed varıp da Kasımı tutup kolundan durdurma-saydı onun duracağı yoktu. Soluk soluğa kalmışlardı.

Bir taşın üstüne çöken Ferhat Hoca tabakasını çıkardı, kalın bir sigara sardı, iri demirci çakmağını çaktı, ortalığı güzel bir kav kokusu aldı.

“Köyün neresinde saklandın Kasım, kendi evinizde mi, kaçak olduğun sıralar? Mahmut Ağa seni fellik fellik aradığında boş köyden korkmadın mı?”

“Korkuyordum,” dedi Kasım. “Ama burada, boş köyde gizlendiğim sürece beni kimse ele vermezdi. Bir de benim gelip de boş köyde sığınacağım Mahmut Ağanın aklına gelmezdi.”

“Boş köylerden, eski örenlerden insanlar kadim zamanlardan beri korkarlar, şimdi az önce Kasımın kendi evinden korkup da kaçtığı gibi.”

“Korktum, ürktüm,” diye Ferhat Hocayı onayladı Kasım. “Ölülerden çok korktum.”

“Köyde saklandığın sıralar yemek için ne yapıyordun?”

“İlk günlerde Çiçeklideresine gidiyordum yemek yemeye. Herkes bana sofrasını açıyordu. Az bir sürede bütün köyler benim boş köyde barındığımı öğrendi. Ben hiç korkmadım. Bir keresinde Çiçeklideresinin içinde Mahmut Ağayla karşı karşıya geldik. O beni tanımazdı ya bütün adamları beni görmüşlerdi, tanıyorlardı. Korkumdan dizlerim çözüldü, ileriye bir adım atamadım. Onların karşısında sararmış yaprak gibi titreyerek öylece kaldım. Ne onlar beni yolun ortasında bırakıp gidiyorlar, ne ben yerimden kıpırdayabiliyordum. Sonunda Mahmut Ağa bir şeylerden kuşkulanmış olacak ki beni yanma çağırdı, sen kimsin, nereden gelip nereye gidiyorsun, bu halin nedir, niçin böyle yaprak gibi titriyorsun, diye sordu. Ben de ona, Ağamı, Mahmut Ağamı görünce böyle oldum, deyince onun hoşuna gitti, gülmeye başladı, ardından da atını sürdü, bana daha başka bir şey sormadan çekildi gitti. Mahmut Ağanın adamları giderlerken, atlarının üstünden bana dönüp dönüp bakıyorlardı. Onların bakışlarından Mahmut Ağa hilelenir de geriye dö-

562

ner diye ödüm koptu. Yolun az ötesindeki dama canımı zor attım. Çok tuhaf değil mi, Mahmut Ağanın adamlarından hiçbirisinin beni ele vermemeleri? Oysa aylardır dağ taş beni arıyorlardı.”

“Ferhat Hoca, sen ne dersin bu işe?”

“İnsanoğlu yiğit yaratıktır,” dedi Ferhat Hoca. “İnsanoğlu mert, onurlu yaratıktır. Kasımın o kadar korktuğunu görünce kimse onun aradıkları Kasım olduğunu söylememiştir Mahmut Ağaya. Bunu küçüklük, alçaklık saymışlardır. Herkes insanların kötü, alçak yanlarını görüyor da bu yanlarını görmek istemiyorlar.”

Kasımı omuzundan tuttu:

“Söyle oğlum,” dedi, “sen boş köyde kalırken bütün bu yöre köylüleri, Çiçeklideresi de içinde senin orada kaldığını yediden yetmişe biliyorlardı, biraz önce öyle demiştin, değil mi?”

“Biliyorlardı. Biliyorlar, şu tepedeki ağacın dallarına getirip benim için yiyecek asıyorlar, çıkını dala bağladıktan sonra da bir ay ıslığıyla bana haber veriyorlardı. Bazan gece ben uyurken ay ıslığını duyuyor, yatağımdan çıkıyor, bir köylü de bir yatak bırakmıştı bir seferinde ağacın dibine, ağaca geliyor, daha sıcacık yemek çıkınını daldan alıyordum, bir gecede üç kez ıslık sesi duyduğum da oluyordu. O kadar çok yemek geldi ki bana, sonunda köyden hiç çıkmaz oldum. Ardından da Temir düştü köye.” Temir:

“Buradan, şu karşıki yoldan yaylaya gidiyordum,” diye söze karıştı. “Bir ıslık duydum. Bir adamın da ağaca bir çıkın bağladığını gördüm. Köyün bomboş kalmış bir köy olduğunu, başından da neler geçtiğini biliyordum. Bir çalının içine saklanıp bekledim, baktım Kasım çıktı köyden, geldi çıkını daldan aldı, oracığa, ağacın altına çöktü, çıkını açtı atıştırmaya koyuldu. Sonra ben çıktım ortaya, Kasımın yanına geldim, afiyet olsun arkadaş, dedim, sağ ol, dedi başını kaldırıp, buyur… Ben de gidip onun yanına çöktüm, birlikte yemeği yedik.”

“Mahmut Ağa bütün bu olan bitenleri duysaydı, önce Çiçeklideresi köylülerini, sonra da bu dağların köylüklerim Sakızlı köyü gibi sürgün ederdi, değil mi?”

563

“Ederdi.”

Yöreyi çepeçevre çevirmiş dağların doruklarını bulut almıştı. Bir de batıdan, Aladağ üstünden kapkara bir bulut yığını kabararak geliyordu. Ortalık da usuldan kararıyordu. Yalnız Sakızlının ortasındaki alana bir harman yeri büyüklüğünde çok parlak bir ışık düşmüştü uzun, çıplak kavağın tam üstüne.

“Yağmur geliyor.”

“Gelsin,” dedi Memed. “Biz de Sakızlıya sığınırız. Kasımın evi olduğu gibi duruyor.”

“Ben gitmem,” dedi Kasım. “Yağmurdan boğulsam da, beni seller alsa götürse de ben o köye bir daha girmem. Mahmut Ağanın elinden bir daha kaçsam da, katlime ferman çıksa da, ben de bu köye girince yüzde yüz kurtulacağımı bilsem de o köye bir daha giremem. Siz girin köye yağmur gelince, ben sizi burada oturur, beklerim.”

“Haydi kalkın,” dedi Ferhat Hoca. “Burada da daha fazla kalmayalım. Ortada kum gibi candarma kaynıyor. Durup dururken bir çatışmaya girmeyelim.”

Yamaca yukarı yürüdüler. Soğuk yağmur yelleri esmeye başlamıştı. Yağmur yeli kimi çok sert, sağdan soldan aşağıdan yukarıdan esiyor, kurumaya yüz tutmuş keven çiçeklerini çatır-datıyor, kırıyor, savuruyor, kimi yumuşuyordu. Yamacı çıkınca iri, ağır damlalar da pat pat diye toprağı dövmeye başladı. Aşağıdaki yolda atını bir oraya, bir buraya süren, arada bir de durup yöreyi araştıran, dinleyen bir yolcu gördüler.

Kasım:

“Tanıdınız mı şu atlıyı?” diye yolu gösterdi. “Çoban çocuk o. Ne de güzel at sürüyor, atının üstünde oynuyor.”

“Bizi arıyor,” dedi Memed, “o şeytan.”

Temir koşarak, bağırarak aşağıya indi. Yolcu atının başını çekti, Temiri bekledi.

“Merhaba Müslüm. Ne var, ne yok?”

“İyi haberler var.”

“Dur, bekleyelim, ötekiler gelsinler de…”

Müslüm attan indi, atı götürdü yolun kıyısındaki çam ağacına bağladı.

“Yaralarım daha sızılıyor. Kertiş Ali beni dövmüştü ya…

564

Yağmur yağınca yaralarım sızılıyor.”

“Çok yağmur yağıyor…”

“Siz ne biçim eşkıyasınız?” diye çıkıştı Müslüm. “Eşkıyanın yamçısı olur ki Çerkesden gelme. Top güllesi bile işlemez, değil yağmur.”

“Bizim yok. Biz fıkara eşkıyayız.”

“Zengin olun. Dağlar taşlar zengin adamlarla dolu. Ben çıkmalıyım ki bir dağa, o zaman görün siz! Bütün bu dağları, ovaları, zenginleri soyarım.”

“Onlar da seni öldürürler.”

“Öldürsünler, ölüm haktır. Ölümden korkup da sen geri durma, yiğidin alnına yazılan gelir.”

Yağmur hışım gibi iniyordu. Eşkıyaların da, Müslümün de cıcığı çıkmıştı. Ortalık da gittikçe kararıyor, yalnız karşıda düz bir kayanın üstü pul pul ışılıyordu.

“Hoş geldin Müslüm.”

“Hoş bulduk İnce Memed.”

“Sende iyi haberler olacak.”

“Var,” dedi Müslüm. “Beni size Hıdır gönderdi.”

“Kimmiş o Hıdır?”

“Sen onu tanıyormuşsun. Bir Hasan varmış, hani senin ar-kadaşınmış. Onu Sarıçiyan öldürmüş de, ben de İnce Meme-dim, demiş. İşte bu Hıdır o Hasanın babasıymış. Anladın mı?”

“Bildim,” dedi Memed.

“İşte bu Hıdır bana dedi ki tez ulaş İnce Memede… Onlar benim senin ulağım olduğumu biliyorlar nasıl bellemişlerse… Bir onlar mı biliyor,” diye övündü Çoban Müslüm, “bütün dağ köylükleri biliyor.”

“Bir de candarmalar bilirse kemik koymazlar sende…”

“Bilemezler, bilseler de beni bulamazlar, bulsalar da yakalayamazlar, yakalarlarsa da ellerinden kaçırırlar, kaçırmazlarsa da hapsedemezler, asamazlar. Ben çok kurnazım, hem de akıllıyım.”

“Anlaşıldı. Şimdi sen Hıdır Ağa ne dedi, onu söyle bana.”

“Hıdır Ağa dedi ki, ölmüş Hasanın babası, Kuzgun Veli onların köyüne gelmiş. Bu Kuzgun Veli Hükümete söz vermiş, seni öldürecekmiş. Hükümet de onun için af çıkarmış. Hıdır Ağa

565

dedi ki, o senin kanına susamış. Hıdır Ağa dedi ki, amanın İnce Memede söyle, bu gece Çamlıyol köyüne ulaşsın. Biz Kuzgun Veliye bu gece delice ekmeği yedireceğiz, o da iki gün iki gece baygın düşecek. Gelsin de kellesini kessin.”

“Bu gece nasıl yetişiriz Çamlıyola? Atla bile gitsek oraya yetişmenin mümkünü yok.”

“Hıdır Ağa bir de dedi ki aman temkinli olsunlar, Çiçekli-deresinden Mahmut Ağa da otuz adamıyla onun ardmday-mış.”

“Ohhooo, dünya bizim ardımıza düşmüş,” diye güldü Ferhat Hoca. “Biz de hapisaneyi basmasaydık, kasabayı kurşunlat-masaydık. Daha da çok adam yollayacaklar üstümüze. Her şey iyi de Mahmut Ağaya ne oluyor, onu anlamıyorum.”

“Ben onu çok yakından tanırım,” dedi Memed. “Onun gibi nam düşkünü bir adam yoktur bu dağlarda, şu aşağı ovada.”

“İnce Memed bu kadar ünlendi ya, ondan pay kapacak teres,” diye öfkesini belli ederek konuştu Kasım. “O benim kurşunumla gidecek. Allah…” Ellerini havaya açtı: “İnşallah,” diye de indirdi.

“Önce şu Kuzgun Veliyi ortadan kaldırmalıyız.” “O kolay,” dedi Ferhat Hoca. “Kuzgun bizi bir karınca kadar bile görmüyor. Bu yüzden onun işi kolay. Onu çabuk avlarız. Ben Mahmut Ağadan korkuyorum. Bir, başında çok adamı var. İki, şu dağlarda onun yandaşı olan epeyce de çete çıkar. Üç, candarmaları da alır yanma. Dört, köylülerin de hepsi onun kulu. Kasımın işine bakmayın. O bir kere olur. Yoksa köylüler, salt Mahmut Ağanın gözüne girmek için, hepimizin derisini, babaları, anaları, çocukları olsak da derimizi yüzerler. Söyleyin şimdi ne yapacağız?”

“Çamlıyola gideceğiz. Ne yapıp edeceğiz bu gece, sabaha karşı da olsa oraya ulaşacağız. Hadi sen yola çık Müslüm.” “Nasıl ulaşırız Memed?”

“Ulaşırız Hocam. Ben kese yolları biliyorum. Şu dağı aşınca Çamlıyolun üstüne düşeriz. Yolumuz çok sarptan geçiyor ya, ne yapalım.”

Müslüm atının başını çevirdi, doludizgin kırbaç gibi inen yağmurun altında gözden uzaklaştı.

566

Ötekiler kayaların arasından yer yer çamlar, çalılar çıkmış eğe gibi pütürlü, çarıklarını dolayan dağa vurdular. Durmadan yağmur biteviye usul usul yağıyordu. Tüfeklerinin ağzını yere çevirmiş eşkıyalar dik yamacı tırmanıyorlardı. Memed en öndeydi ve bir geyik gibi sekiyor, ötekiler onun ardından zor ulaşıyorlardı.

Gece ortalık göz gözü görmez bir karanlıktı. Hiçbirisi nereye bastığını, ne yaptığını, ne yöne gittiğini bilmiyordu. Gün açılıncaya kadar Ferhat Hoca iki kere sele kapıldı. Birincisinde onu zor kurtardılar. İkincide Hoca bir dala yapışmış avazı çıktı-ğmca bağırıyordu, yerini kolay buldular. Kasım da bir uçurumun kuyu gibi derin dibine düştü. Ondan umudu kestiler. Bir yarım saat sonra düştüğü yerden çıkageldi. Düştüğü yer yumuşacık bir dere yatağı, kumlukmuş, azıcık sol bacağı incinmişti.

Kaya, çalı, orman, dağ, su demiyor, önlerine düşmüş Memed kedi gözleriyle karanlık demiyor ilerliyordu. Gediğe geldiklerinde ortalık azıcık ışımıştı. Aşağıdaki köyün birkaç evinin de bacaları tütüyordu.

“Geldik,” dedi Memed.

“Geldik ya, öldük,” diye karşılık verdi Ferhat Hoca.

Memed:

“Temir,” dedi, “köyün şu en ucundaki eve gidecek kadar halin kaldı mı?”

“Kaldı,” dedi Temir. “İstersen bir bu kadar daha yürürüm.”

“Öyleyse o eve git, evde kim varsa, kadın, erkek, çocuk Hı-dırın evine gönder. Hıdırı al buraya gel.”

Temir koşarak, sanki bu kadar yolu o yürümemiş, gecenin karanlığında, yağmur altında o çalılıklara düşmemiş, ağaçların gövdesine o toslamamış gibi yamacı aşağı indi. Berikiler, büyük bir sedirin duldasında oturdular. Burasını hiç yağmur tutmamış, sular biribirinin üstüne yapışmış geniş dalların üstünden kayıp gitmişti.

“Bir ateş yaksak mı?” diye sordu Kasım. “Kururduk. Ben titriyorum.”

“Hepimiz titriyoruz,” dedi Ferhat Hoca.

567

“Dört bir yandan kuşatıldık Kasım,” dedi Memed. “Farkında değil misin, nasıl ateş yakarız?”

Kasım üstelemedi.

Bundan sonra hiçbirisi bir daha konuşmadı. Başlarını önlerine düşürüp daldılar gittiler. Aşağıdan bir çatırtı duyuncaya kadar da öyle kaldılar.

“Geldik,” dedi Temir. Koşarak yokuşu çıkıyor, ardından da, çok gerilerde kalmış Hıdır Ağa geliyordu. Ağacın altına geldi, daha soluğunu toparlayamadan: “Konuşmuyor,” diye yakındı, “bu Hıdır mıdır nedir, ağzını açmıyor. Bir şeyler dönmüş olacak bu köyde ya ben bir şey anlayamadım. Gelsin hele.”

Gitti, sırtını ağacın gövdesine dayadı.

“Buyur Hıdır Ağa,” diyerek Memed Hasanın babasını yolda karşıladı, koluna girdi sedirin altına getirdi. Ferhat Hoca da, Kasım da onu biraz aşağıya inerek karşıladılar.

“Hoş gelmişsiniz Ağalar. Bu kardeş Ferhat Hoca mı?”

“Odur,” dedi Memed.

“Biz Hocamızı bu dağlarda çok severiz. O, Allahm bir ermişidir. Uzun yıllar biz onu Hızır sandık. Sonra da anladık ki o Ferhat Hocaymış.”

“Hızırdır,” dedi Memed. “O Hızırdır da bizi Ferhat Hoca donuna girmiş kandırıyor.”

“Kandırmam,” diye güldü Ferhat Hoca.

“Buyurun eve gidelim öyleyse. Sıcak çorba sizi bekliyor evde. Hem de dumanı üstünde.”

“Kuzgun Veli nerede?”

“Boş verin Kuzgun Veliye de siz eve gelin.”

“Hani bu gece?”

“Geç kaldınız, kaçırdık onları. Merak etmeyin, bir daha gelecekler.”

Arkasına döndü yürüdü, ötekiler de onu izlediler.

Köye girdiklerinde bütün köylülerin dışarıya dökülmüş, onları beklediklerini gördüler. Aralarından geçip Hıdır Ağanın evine, konuk odasına geldiler. Konuk odası çok geniş, büyük pencereleri aşağıdaki çok derin, bakınca baş döndüren uçuruma açılmış, damı kırmızı kiremit döşeli, bütün duvarları tahta oymalı, tabanı seçme kilimli, çinke taşından örülmüş büyük

568

\

ocaklı, iki duvarına boydan boya karşılıklı sedirler konmuş bir odaydı.

“Çok ıslanmışsınız, soyunmaz mısınız?”

Hıdırm dilinin altında bir şeyler olduğunu Memed çoktan anlamıştı. Yoksa bu sabahın erkeninde, daha gün yeni doğdu doğacakken, kırbaç gibi indiren yağmurun altında bütün köylüler dışarıya dökülüp niçin onları beklesinlerdi? Bu köyde bir şeyler dönmüştü ya, acaba neydi? Ferhat Hocayla kiminde göz göze geliyorlar, bir şeyler döndüğünü gözleriyle konuşuyorlardı ya, ne olduğunu çıkaramıyorlardı.

“Soyunuruz,” dedi Memed.

Biraz sonra Hıdır Ağa elinde dört kat çamaşırla geldi.

“Bunları giyin. Çocuklar giyitlerinizi ateşe tutup hemen kuruturlar siz çorbanızı içerken.”

Teker teker yan odaya girip soyundular, kuru çamaşırları giyinip çıktılar. Onlar giyininceye kadar da büyük bir bakır sini gelmiş ortaya konmuştu. Sinide üstü yağlı, kırmızıbiberli, sarımsaklı tarhana çorbası tütüyordu. Hıdır Ağa da uzun, ağzı geniş tasları ortadaki büyük kaptan tarhanaları kepçeyle alıyor dolduruyordu.

“Buyurun hele…”

Ocak gürlüyordu. Dört aç kaşık dört yerden tarhana taslarına saldırdılar. Ardından tereyağı, ak petekli, püren kokan bal geldi. Bir iyice karınlarını doyurdular. Bir genç kızla bir delikanlı geldiler siniyi, tasları, kapları kaldırdılar.

Memed kendini bırakmış, ocağın sıcağına kendisini kaptırmış gitmişti. Hocaysa tetikteydi. Çorba içerken bile tüfeğini kucağından ayırmamıştı.

Sofra kaldırılır kaldırılmaz, önce yaşlılar, ardından da ötekiler birer ikişer odaya gelmeye başladılar. Her gelen, “merhaba, hoş geldiniz,” diyor, bir yere oturuyordu. Oda iyice dolup da yükünü alınca Hıdır Ağa eşkıyaların kurumuş giyitlerini getirdi. Gene teker teker öteki odaya gittiler giyinip geldiler.

Kırmızı çizgili, ağızları geniş, kulpsuz fincanlarda kahveler geldi. Sıcak odanın içi ağır bir kahve kokusuyla koktu. Adamlar kahveyi içerlerken Hıdır Ağa:

“Getirin,” dedi.

569

İki delikanlı önlerinde çırılçıplak, zayıf, zayıflıktan kasık kemikleri dışarıya fırlamış, çok uzun boyunlu, yanık tenli, gözlerinin feri sönmüş, elleri arkasına bağlanmış bir adamı odaya getirdiler. Adam korkulu gözlerle yöreye bakıyor, öne eğilmiş hayasını bacağının arasına alıp saklamaya çalışıyordu.

“Buna Kuzgun Veli derler. Çetebaşıdır. İnce Memedi öldürmek için buraya, bizim köye kadar gelmiştir. Buyurun, biz de onu Çamlıyol köyü olaraktan size teslim ediyoruz.”

“Sağ olun,” dedi İnce Memed.

“Ötekileri de getirin.”

Delikanlılar öteki çıplak eşkıyaları da getirdiler. Hepsinin de kolları arkadan bağlanmıştı. Hepsi de öne eğilmişler hayalarını saklamaya çalışıyorlardı.

“Beni niçin öldürecektin Kuzgun Veli?”

“Şunun için ki İnce Memed, seni öldürürsem beni affedeceklerdi. Ben de şu dağlardan bıkmıştım. Aşağıda ovada çiftliğim, varlığım, karılarım, çocuklarım, her bir şeyim vardı. Kırk yıldır bu dağlara nasıl dayandım, bilmiyorum. Kırk yıl her gün her gün öldüm. Ömrüm kalmışsa bir yılcık da, bundan sonra ölünceye kadar da rahat yaşayayım, dedim, her gün ölmekten-se… Nasip değilmiş. Bu alçak, insanlıktan çıkmış köylüler beni al ile avladılar. Bir kurtulabilsem şimdi, hiç umut yok ya, bu köylülere yapacağımı bilirim ben. Hiç yerinme, sevinme İnce Memed, senin sonun da benim sonum gibi olacak. Sen temiz bir çocuksun. Bu köylüler seni de benim gibi yakalayacaklar, üstelik İnce Memede değil de candarmaya teslim edecekler. Şimdi benim azıcık da olsa bir umudum var. Senin hiç olmayacak.”

“Neymiş o senin azıcık umudun?”

“O da sensin. Sen azıcık yiğit bir eşkıyaysan beni bırakırsın. Çünkü hiçbir eşkıya böyle eli kolu bağlı bir hasmını öldürecek kadar küçülmez.”

“Sen benim hasmım değilsin.”

“Ben kim olursam olayım, seni öldürmeye geliyordum. Bu yüzden de şimdi ben senin eline düştüm, beni öldüreceksin. Silahsız, çırılçıplak, o da şu alçak köylülerin yakaladığı bir düşmanını öldüremezsin. Bu insanlığa yakışmaz. Eğer be-

570

ni öldürürsen, azıcık mertlik kalmışsa sende, ölünceye kadar kendini bağışlamazsın. Ben ölürken senin insanlığını, yiğitliğini, cömertliğini, içinde ne güzel şeyin kalmışsa onun hepsini de alıp götüreceğim. Beni bırakmak zorundasın. Beni bırak, ver silahımı elime, seninle karşı karşıya, teke tek dövüşelim.”

“Haklısın,” dedi İnce Memed. “Dur da Ferhat Hocaya sorayım.”

“Kuzgun Veli haklı,” dedi Ferhat Hoca. “O bizim düşmanımız.”

“Hoca,” diye bağırdı Memed, “sen yanlışsın. Ben onu kendim için, o, beni öldürmeye geldi, diye öldürecek değilim. Şimdi teke tek biz onunla vuruşursak, o da beni öldürürse bu köylüler ne olur? Kuzgun canavarı bütün bu köyleri yakmaz mı, taş üstünde taş, gövde üstünde baş bırakır mı? Benim derdim bu. Yoksa ben böyle zalim, böyle bir kan içiciyi, yol kesiciyi, fakir fıkarayı soyucuyu karşıma alır da konuşturur muydum.”

“Ben fakir fıkarayı hiçbir zaman soymadım. Sen beni bırakırsan eğer, belki seninle bir daha hiç karşı karşıya gelmem ama bu köylüleri senin dediğinden de beter ederim.”

“Söyle Hocam, buna ne diyorsun?”

“Ben söyleyeceğimi söyledim Memed.”

Köylüler susmuşlar, olanı biteni seyrediyor, düşünüyorlardı.

Hıdır Ağa olduğu yerden ayağa kalktı:

“Bırak gitsin Kuzgun Veliyi İnce Memed,” dedi. “Bizim içinse sen hiç küsüm çekme. Biz de senin o bildiğin adamlardan değiliz. Eşkıya Sarıçıyan bizi gafil avlamıştı. O zaman köyümüzde üç dört tüfekten başka tüfek yoktu. Şimdi köy bir cephanelik gibi. Bizim de gözümüz açıldı. Sen bırak Kuzgun Veliyi istiyorsan. Bizi düşünme, onun bu köye bir daha geleceği varsa, göreceği de var.” Köylülere döndü: “İnce Memed bıraksın mı Kuzgun Veliyi?”

Köylüler hep bir ağızdan:

“Bıraksın,” dediler.

“Getirin şunların giyitlerini, silahlarını da…”

57i

Delikanlılar eşkıyaların silahlarını, giyitlerini getirip önlerine koydular. Hıdır Ağa, Kuzgun Veliyi elinden tuttu yandaki odaya götürdü. Öteki eşkıyaları da oraya soktu.

Ferhat Hoca allak bullak bir suratla ayağa kalktı dışarıya çıktı. Memed de onu izledi. Dışarıya çıkınca Hoca gözden yitti. Memed, gözleriyle onu aramaya başladı. Yağmur dinmişti. Sırtını, avludaki iki adam el ele verse çeviremez ceviz ağacının gövdesine verdi. Merak ediyordu, Hocaya böyle ne olmuştu, böyle allak bullak olmuş bir yüzle nereye gitmişti?”

Uzun bir süre ağacın altında bekledi. Hoca bir türlü bir yerlerden çıkıp da gelmiyordu.

“Allahaısmarladık İnce Memed. İnşallah, Allah seninle beni bir daha karşı karşıya getirir.”

Kuzgun Veli onun yanından, arkasında yedi adamıyla geldi geçti. İçerdeki köylüler, Kasımla Temir de dışarıya çıkmışlar Kuzgun Velinin gidişini seyreyliyorlardı.

Kuzgun Veli yığma taş avlu duvarını aşınca ayağı kayar gibi oldu, bu sırada da tüfeği patladı, kurşun Memedin abasını deldi, omuzunu sıyırdı geçti. Ardından da Kuzgun:

“Ateş,” diye emir verdi adamlarına. “Hepiniz İnce Memede… Ateş!”

Memed kendini ağacın arkasına çoktan atmış, o da ateşe başlamıştı.

Kuzgun Velinin adamları öyle, açıkta dimdik durmuşlar, hiçbir şeye karışmadan, olanı biteni seyreyliyorlardı. Kuzgun Veli taş yığınlarının üstünden ağacın arkasındaki Memede kudurmuş gibi ateş ediyordu. Dehşet nişancıydı. İlk kurşunda İnce Memedi tutturamaması, onun yapamayacağı bir işti. Kırk yıldır da başına böyle bir iş gelmemişti.

Kuzgun, Memedin ağacın arkasından gördüğü en küçük bir parçasına ateş ederken, arkadan, kayaların arasından Ferhat Hoca şalvarının bağını bağlayarak çıktı. Kuzgun Velinin çıldırmış sırtı önünde tabak gibiydi.

“Kuzgun Veli!”

Kuzgun Veli Ferhat Hocanın sesine döndü, dönmesiyle de, tam alnının ortasından kurşunu yemesi bir oldu, taş yığınının üstüne ağzı yukarı serildi.

572

Tam bu sırada da aşağıdan bir çoban kan ter içinde kalmış, boyun damarları şişmiş, körük gibi soluyarak geldi:

“Köy sarıldı,” dedi.

Ferhat Hoca yaklaştı, Kuzgun Velinin adamlarının önünde durdu:

“Bakın çoban kardaş ne dedi, köyü sarmışlar. Siz bize katılıyor musunuz, yoksa gidiyor musunuz?”

Öndeki kısaca boylusu:

“Bir yere gidemeyiz zaten, sarıldık,” dedi.

“Memed…”

Sapsarı kesilmiş Memed:

“Adam bizi öldürüyordu. Sen mahsustan dışarı çıkmıştın Hocam, bunu bilerek.”

“Ben Kuzgunu yakından tanırım.”

Karşı yamaçtan köyün üstüne bir yaylım ateşi açıldı, ardından da kesildi.

“Teslim ol, İnce Memed!”

Memed:

“Kasım, sen yanma iki kişi al, şu kayanın altına sığın, orayı tut. Temir sen de iki kişi al, şu aşağıyı tut… Hocam sen de şu karşıya…”

Ortada kısacık adam kalmıştı.

“Sen de yanıma.”

Bir yaylım ateşi daha başladı.

“Yere yatın. Köylüler, sizler de evlerinize…”

Yaylım ateşi sürüyordu.

“Teslim ol İnce Memed, kurtuluşun yok. Her bir yerden sarıldın.”

Köyün dört bir yanından gelen yaylım ateşine bakarsan büyük bir kalabalıkça sarılmışlardı. Kurtulmaları olanaksızdı hemen hemen…

“Hocam söyle ne yapacağız?”

“Çarpışacağız.”

“Böyle kaç gün dayanırız?”

“Köyde de çok cephane var, belki üç gün, dört gün. Bilemedin beş gün.”

“Üç gün içinde bütün yöremiz yüzlerce, binlerce askerle

573

dolar. Bugün bu kuşatmayı, en çok da bu gece yarıp çıkamazsak bizden hayır bekleme Hocam, hepimizi teker teker keklik gibi avlarlar.”

“Ne düşünüyorsun?”

İnce Memed Hocayı elinden tuttu, uçurumun başına götürdü. Üstlerine kurşun yağıyordu, taş yığınlarının ardında durdular. O kısa boylu eşkıya da yanlarındaydı. Az sonra, nereden çıktıysa, çoban Müslüm de geldi aralarına.

“Ben şu uçurumdan aşağı insem de, bu gece onları varsam da arkalarından kuşatsam, onlar da…”

Ferhat Hoca uçurumun ucuna geldi, aşağıya baktı:

“Abooov, ocağın yana Memed,” dedi, “bakamadım bile, dibini bile göremedim uçurumun! Sen buradan nasıl aşağı ineceksin? Bir düşersen bin parça olursun.”

“Ben çok indim böyle uçurumlardan. Eskiden, geyik avlarken.”

“Bu uçurumdan inemezsin. Kuş kanadıyla, yılan beliyle de inemez.”

“Ya inerim, ya da burada hepimiz candarmalara yem oluruz. Candarmalar bizi yakalarlarsa sağ mı bırakırlar sanıyorsun.”

Memedle Ferhat Hoca arasındaki tartışma uzayıp gidiyor, köyü saranların yaylım ateşi de gittikçe çoğalıyor, Kasımla Te-mir de yanlarındaki Kuzgun Velinin adamlarıyla aynı yoğunlukta onlara karşılık veriyorlardı.

“Senin Kasım iyi dövüşüyor.”

“Gece yarısına kadar onları arkalarından…”

“Bu uçurumu inemezsin. Baksana, uçsuz bucaksız, bir de duvar gibi dimdik.”

Bu sırada orada durmuş bekleyen, bir kızarıp bir bozaran çoban Müslüm:

“Ben Memed Ağamı buradan indiririm,” dedi.

“Nasıl indirirsin?”

“Ben yolunu biliyorum. Önce ben önlerinden inerim, sonra da onlar benim ardımdan gelirler. Eğer bana da bir tüfek verirseniz…”

“Sen tüfeği ne yapacaksın?”

“Ben de işte onlara…” Köyün dışından ateş edenleri eliyle

574

gösterdi. “Ben de… Bana tüfek vermezseniz, ben de burada kalırım. Ben bir çoban çocuğum, kimse bana bir şey yapmaz.”

Ferhat Hoca duvarların dibine sinerek Kuzgun Velinin ölüsüne kadar gitti. Müslümün bu tüfeğe göz koyduğunu anlamıştı. Eşkıyanın üstündeki bütün silahları, kurşunları, bir de onun kuburunu aldı geldi, “Al,” dedi çoban Müslüme verdi. Çoban Müslüm, elleri ayaklan biribirine dolanarak silahlan kuşandı.

“Memed, sen de bu kuburu al… Ağzına kadar altın dolu. Sana bir gün para gerekebilir.”

Memed hiçbir söze varmadan, gümüş savatlı, çok güzel bir deriden işlenmiş, gül, ceren, at başı kabartmalı kuburu aldı beline bağladı. Kubur çok ağırdı ve ancak altın bu kadar ağır olabilirdi.

Ferhat Hoca, “Ben gidiyorum, adamlar bizimkileri çok sıkıştırıyorlar. Böyle giderse akşama kadar dayanamayacağız,” dedi, yanındaki iki kişiyle köyün sol yanma, uçurumun öteki ucundaki kayalığa kaydı.

“Hoca orayı tutarsa bir gün de, iki gün de dövüşür, karşısında bir ordu da olsa.”

Az ilerde durmuş kalmış Kuzgun Velinin kısa boylu çetesi hiçbir söze varmıyordu.

“Senin adın ne?” diye onun varlığının farkına varan Memed sordu.

“Sahan.”

“İnebilir miyiz dersin buradan aşağıya parçalanmadan?”

“İneriz.”

“Öyleyse Müslüm, düş önümüze.”

Müslümün yüzü kıpkırmızı olmuş, suratı asılmıştı. Olağanüstü bir işe hazırlanmış insanların temkinindeydi. Yönünü gündoğuya döndürdü, uçurumun kıyısındaki uzun, hendek gibi bir çukura indi. Çukurun içini keven dikenleri, çalılar, kurumuş otlar ağzına kadar doldurmuştu. Memedle Sahan da onu izlediler. Müslüm, kiminde göbeğe kadar suya batıyor, ama hendekten çıkıp da dışarda yürümeyi nedense düşünmüyordu, ateş etkisinin dışına çıktıkları halde. İster istemez Memedle Sahan da, bir şey söylemeden onun arkasından gidiyorlardı.

575

Sık ağaçlıklı, ağaçlarının her birisinin gövdesini iki kişi çe-viremez bir ormana geldiler. Bir sel yatağı ormanı çok derin ikiye biçmişti.

“İşte, inersek buradan, bu sel yatağından aşağı inebiliriz. Ben eskiden hep sel yataklarından inerdim. Keçiler de sıkışınca sel yataklarından inerler uçurumu. Ben keçilerden öğrendim uçurumlardan böyle inmeyi.”

Sahan, Memede döndü:

“Şu ormanın içinden vursak da, arkalarına geçsek, ne dersin?”

Memed:

“Çevirmişlerdir. Burasını boş bırakmazlar. Müslümün kılavuzluğundan başka çaremiz yok. İn Müslüm.”

Memed:

“Ya Allah, ya fettah, ya bismillah,” dedi, uçurumu inmeye başladı. Bıçak gibi kayaların arasından, suyun açtığı yollardan kolaylıkla aşağı iniyorlardı. Bu yollar da çok sarptı, tutundukları kayalar, çalılar, ağaç kökleri, dikenler ellerini bıçak gibi doğruyor, giyitlerini dalıyordu. Az bir sürede üçünün de elleri kızıl kan içinde kaldı.

Müslüm arada sırada biraz durup da onları beklediğinde öğütlerini eksik etmiyordu. “Uçurumdan aşağıya bakmayacaksınız. Sonra başınız döner düşersiniz. Toprağa, küçük taşlara basmayacaksınız. Kaya bulacaksınız basmak için. Kayalardan değil, köklerden tutacaksınız, sağlam köklerden,” diyordu. Öğütleri birer buyruktu.

Büyük bir cebelleşmeden sonra uçurumu indiler ama onlarda da insanlık hali kalmamış, elleri, dizleri, ayakları parçalanmıştı.

Müslüm:

“Şimdi şu derenin içinden aşağıya inersek oradan yukarıya çıkılacak bir dere bulacağız. O dereyi de çıkınca onların tam arkasına düşeriz. Ondan sonra da, allooooş, Allah ya onlara verir, ya bize. Memed Ağam, sen de benim nasıl bir kurşunlar sıktığımı göreceksin,” diye sevindi. “Ne yazık ki bu mendebur Kuzgunun çok kurşunu yokmuş.”

“Ne diyorsun sen Müslüm, sendeki kurşunla bir ordu durdurulur.”

576

“Az, az,” dedi Müslüm. “Haydi yürüyelim, daha çok yolumuz var.”

“Müslüm, sen buralarını çok iyi biliyorsun. Daha önce gelmiş miydin bu köye?”

“Ben buraya hiç gelmedim.”

“Öyleyse az ilerde bir dere olduğunu ne biliyorsun?”

“Bilirim,” diye övündü Müslüm. “Belli olur o. İndiğimiz sel yatağından dolayı. Her sel yatağının yanında birkaç dere olur. Sen bunu bilmez misin?”

Dere çakıltaşlı bir kuru dereydi. Sel suyu azalmıştı. Yokuşu da azdı. Suların içinden yürüdüler. Kurşun sesleri daha durmadan geliyordu.

Derenin üstüne ormana çıktıklarında karanlık kavuşmuştu. Bir süre ormanda bekleyip soluklandılar.

Sahan:

“Ben bu yukarıları iyi bilirim. Şu koyaktan yürüyelim.”

Islak dallar yüzlerini acıtıyordu. Koyağı çıkarlarken Memed:

“Durun,” dedi. “Önümüzde birisi var.”

Durdular, kulak verdiler yöreyi dinlediler.

“Kıpırdama! Kim o?”

“Benim İnce Memed,” dedi bir ses.

“Sen kimsin?”

“Sefil Aliyim ben, Sefil… Anladın mı?”

“Gel Ali, buradayız, bekliyoruz seni.”

Ali çalıların arasından, çalıları yararak sesler çıkararak bir süre sonra geldi onları buldu. Memedle kucaklaştılar.

“Sizi arıyordum. Burada olduğunuzu duydum, ata bindim sürdüm. Buraya gelince de sarıldığınızı anladım. Ben de arkadan candarmalara ateş etmeye başladım. Neye uğradıklarını bilemediler. Şimdi, nedense, az önce köyü kurşunlamayı durdurdular. Gelin şu ilerdeki kayaya gidelim. Atım orada. O kayayı tutarsak, dört kişi olduk şimdi, ateşe bir başlarsak sarıldıklarını sanarlar, hele bir ikisini vurursak…”

“Vururuz,” dedi Memed. “O kolay. Tüfeklerinin yalımına ateş açarız, o tamam. İstediğim kadarını…”

“Dana gibi böğürtürüz,” dedi Sahan.

577

“Bu kardaş kim?”

“Bu Sahan,” dedi Memed. “Bu da çoban Müslüm.”

“Kuzgun Veli çetesinden Sahan bu mu? Abooov Memed, sen de adamın hasmı bulurmuşsun! Kuzgun Veli kim ki, onu Kuzgun Veli eden bu Sahandır derler. Ne oldu Kuzguna, size mi katıldı?”

Memed olayı olduğu gibi ona anlattı.

Sefil Ali:

“İyi olmuş,” dedi. “Şimdi benim kayaya gidelim. Kayanın arkası bir sarp ki kartal bile uçamaz.”

Kayaya vardıklarında Sefil Alinin atı onları kişneyerek karşıladı. Yukardaki on altılık ayın önünden hızla bulutlar geçiyordu.

Atın üstünde bir sazın karartısını gören Memed:

“Demek sen daha aşıklığı bırakmadın Ali,” dedi.

“Ben eşkıyalığı bıraktım. Öncesi gün köye geldiğimde senin yeniden dağa çıktığını, bu köyde olduğunu duydum. Tüfeğimi aldım düştüm yola.”

Ali daha sözünü bitirmeden önlerinden yoğun bir cayırtı başladı.

Çoban Müslüm:

“Ben de çok candarma öldüreceğim.”

“Eşkıyalar candarma öldürmezler,” diye onu azarladı Memed.

“Ya, onlar eşkıyaları öldürüyorlar.”

“Onlar öldürürler.”

“Eşkıyalar candarmaları öldürmezler de ne yaparlar öyleyse?”

“Çok sıkışırlarsa yaralarlar.”

“Sıkışmazlarsa?”

“Kaçarlar.”

“Ya ben Kertiş Aliyi görürsem?”

“Onu vur,” dedi öfkesini belli ederek İnce Memed. “Öldür onu. O bir zalim, işkenceci…”

Candarmalara ilk ateşi Müslüm açtı. Üçüncü kurşununda aşağıdan bir bağırtı geldi.

“Gördüm,” dedi Müslüm. “Tüfeğinin yalımıyla birlikte de nişan aldım. Öldürmedim. Omuzunu deldi geçti kurşunum.”

578

“Sus , konuşma,” dedi Memed.

Dağılmışlar, aşağıyı yoğun bir ateşe tutmuşlardı. Sanki dört adam değil de kırk adam ateş ediyordu. Koşarak, sağa sola atlayarak, elleri makina gibi işleyerek kendilerini çoğaltıyorlardı. Candarmalar iki ateş arasında kaldıklarını çoktan anlamışlar, şaşkınlıktan ateşlerini seyrekleştirmişler, ateş çemberinden bir an önce, gün doğmadan sıyrılmanın yollarını arıyorlardı. Bu eşkıya kalabalığı gün doğunca hepsini keklik gibi avlayacaktı.

Kimseye haber vermeden adamlarıyla İnce Memedi izlemeye çıkan Mahmut Ağa Kızılkartallıda Yüzbaşı Şevketle karşılaşmış, Kuzgun Velinin Çamlıyol köyünde İnce Memedi yakaladığını duymuş, Yüzbaşıyla birleşerek hızla bu yöne kaymışlar, Çamlıyol köyünü kuşatmışlardı. Mahmut Ağa da, adamları da bu köyü, bu yöreleri taş taş, çalı çalı biliyorlardı.

“Bastırıyorlar Yüzbaşım. Sandığımız gibi bunlar birkaç kişi olamazlar. Sarıldık. Hem sarıldık, hem de köydekiler yaman dövüşüyorlar. Çok usta adamlar. Biz onlardan ancak bir kişiyi vurabildik, onlarsa bizim yarıya yakınımızı yaraladılar. İstesey-diler hepimizi vururlardı. Sıkışırlarsa, sabah da olursa bizim bir tekimizi bırakmazlar. Onlar, candarmadır diye öldürmeye sıkmıyorlar. Gün doğup da bizi böyle görürlerse… Ben çekiliyorum, şuna aşağı doğru.”

Yüzbaşı Şevket çok öfkelenmişti:

“İnce Memedi bir daha mı kaçırdık?”

“Belki kaçamamış, belki onu öldürmüştür Kuzgun Veli.”

“Ya o Kuzgun Veliyi öldürmüşse?”

“O öldüremez Kuzgunu. Kuzgun kurt gibi bir adamdır.”

“Demek ben artık hiçbir zaman İnce Memedi öldüremeye-ceğim, öyle mi?”

“Kim bilir, belki…”

“Faruk Yüzbaşı benim şu halimi duyarsa çok sevinecek. Çekilelim Mahmut Ağa.”

Memed bir süre sonra onların çekilmekte olduklarını anladı.

“Ne yana gidiyorlar Müslüm?”

“Şimdi öğrenirim.”

579

Müslüm kayalara tutunarak aşağıya indi, ağaçların arasından, çalıların içinden çıtırtı çıkarmadan yürüdü, yok oldu. Döndüğünde ay batıya iyicene yıkılmış gitmişti.

“Geldiğimiz yöne aşağı çekiliyorlar. Oradan aşağıdaki büyük ana yola inecekler. Aralarında çok sivil var. Birisi tam önümden geçti. İstesem öldürürdüm.”

“Sivil mi?”

“Sivil” dedi Sefil Ali. “Seni bizim köyün Ağası Mahmut Ağa üstüne almış.”

“Mahmut Ağanın benimle ne alıp veremediği varmış?”

“Seni yakalamak, seni öldürmek herkes için bir şan… Şimdi artık şu ağaçlar bile sana düşman. Mahmut Ağayla adamları olacak o siviller.”

“Haydin öyleyse yollarını keselim.”

Geldikleri koyağa indiler, son hızla inmeye başladılar. Bulutlar ayın önünden akıp gitmişler, ortada testekerlek, koskocaman ay gökte yüzer gibi kalakalmıştı. Çok uzaklarda, göğün eteklerinde de birkaç yıldız ipiliyordu. Yaprakların üstlerindeki damlalar da parlayıp sönüyorlardı.

Koyağa inip de dirseği dönünce Memed:

“Ayak sesleri geliyor, şu karşı yamaca, kayalığa siz, bu yamaca da Müslümle ben çıkalım, onları aramıza, çapraz ateşe alalım. Sivillerin iğne ucu kadar bir yerlerini görürsek vuracağız. Herkes sivillere öldürmeye kurşun sıkacak.”

Biraz sonra ilk candarmanm deredeki karartısını gördüler. Sefil Ali onun ayaklarının dibine bir tarak kurşunu boşalttı. Candarma bağırarak geriye doğru aldı yatırdı. Ardından da, ormanın içinden kayalığa kurşunlar yağdı. Karşılıklı dövüş gün ışıyıncaya kadar sürdü. İnce Memed, Mahmut Ağayı arıyordu. Onu vurmak sevap olacak, bütün bu dağlar, aşağıdaki Çukurova bayram edecek, diye düşünüyordu. “Sen Mahmut Ağayı tanır mısın?” “Tanımaz olur muyum, köyümüzün Ağası…” “Ben de yakından tanırım,” dedi Sahan. “Benim de onunla bir geçmişim var.”

“Haydi öyleyse bitirelim şimdi şu adamın işini.” Bulundukları  yerden  aşağılar  tabak  gibi  gözüküyordu.

580

Ağaçların, büyük taşların arkasına siperlenmiş candarmalar apaçık ortadaydılar. Ne tuhaf, bir tek sivil kişi yoktu ortalıkta. Yüzbaşı, sol elinde kırbacı, sağ elinde tabancası ortada dönüp duruyordu.

Gün kuşluğa kadar, ne candarmalar, ne de Memed çıt çıkarmadan beklediler. Sonunda Yüzbaşı, kalkın komutu verdi. Candarmalar birer ikişer ağaçların, taşların ardından çıktılar, tek sıra olup koyağın içinden aşağıya yürüdüler, çektiler gittiler.

Onlar çekilip gidince Memed:

“Köye gidelim. Belki Mahmut Ağadan da bir haber alırız.”

İkindi olurken köye geldiler. Açtılar, yorgunluktan bitmiştiler. Onlar köye girerken Hıdır Ağa onları gedikte karşıladı. “Ferhat Hoca yaralandı, durumu da hiç iyi değil. Aşağıdan da iki bölük candarma köye doğru geliyormuş,” diye haber verdi.

Memed hemen Ferhat Hocanın yanma koştu. Hoca ak çarşaflar içindeki sabun kokan bir yatakta rahat yatıyor, arada sırada acıdan yüzünü buruşturuyordu.

“Geçmiş olsun Hocam.”

“Sağ ol Memed, hemen kalkıp bu köyden uzaklaşmalıyız. Bizi burada bir daha kıstırırlarsa bizim için artık kurtuluş yok. Önüne gelen, aşağıdan buraya doğru yürüyen candarmalara bizi haber veriyor. Sabahtan bu yana belki on beş kişi geldi.”

“Yaran nasıl?”

“Kolumda. O kadar önemi yok. Silah bile sıkabilirim sıkışırsam. Hemen gitmeliyiz. Benim için bir at bulun.”

“Sefil Alinin atı var.”

“Kim bu Sefil Ali?”

“Benim eski arkadaşım. Bir ara birlikte dolaştık, yiğit oğlandır. Bizim sarıldığımızı duyunca…”

Memed Ferhat Hocayı kendi eliyle giydirdi, Sefil Alinin atı kapıda bekliyordu. Binektaşına çıkabilen Hoca ata kolaylıkla bindi. Köylüler onları köyün dışına kadar uğurladılar. Ferhat Hocaya, onun kurşun sıkışına, yiğitliğine, kurnazlığına hayran kalmışlardı. İnce Memedin adını bile etmiyorlardı.

Köyü dışarı çıkıp bir sigara içimliği yol gidince durdular.

“Nereye gidiyoruz?”

581

“Nereye gidelim Hocam?”

Herkes bir köyü, saklanacak bir yeri söylüyordu. Hocanın yarası, Hoca aldırmaz görünmesine karşın iyice şişmişti. Ağrısı da çoğalıyordu.

“Yakın bir köy olsa daha iyi olur. Bir de cerrah gerekecek bana. Biraz şişiyor.”

Sefil Ali:

“En yakın köy bizim köy.”

“Sizin köyün Ağası da bizim kanımıza susamış. Gidip de Mahmut Ağanın kucağına mı düşelim,” diye acı gülümsedi Ferhat Hoca.

“Daha iyi ya,” diye diretti Sefil Ali. “O bizim ardımızdaysa, bizim kendi köyüne saklanacağımız hiç aklına gelmez.”

“Bir tanesi bizim orada olduğumuzu haber veremez mi?”

“Bizim köyde öyle insan yoktur,” dedi Sefil Ali. “Sonra cerrah da hazır.”

“Kasımın boş köyüne gitsek?”

“Ben oraya gitmesem iyi olur,” dedi Kasım.

Aralarında uzun bir süre tartıştılar. Karanlık kavuşmuş, dondurucu bir yel esiyordu.

“Biz Memedle bizim köyde o kadar kaldık da, söyle Me-med, kimse bizi kancıkladı mı?”

“Kimse.”

“Bir kişi bile çıkmaz mı Mahmut Ağaya haber verecek?”

“Çıkmaz.”

“İkiye ayrılacağız,” dedi Memed. “Ben, Hoca, Ali, Kasım, bir de eşkıya Müslüm, Çiçeklideresi köyüne gideceğiz. Temir, Sahan, ötekiler de Sakızlı köyüne gidecekler. Hangimizin başı dara gelirse, o ötekinin imdadına yetişir. Yiyecek var mı yanımızda?”

“Var,” dedi Temir. “Hıdır Ağa o kadar çok azık koymuş ki hepimize bir hafta yeter.”

Düzlükteki yol ayrımında biribirlerinden ayrıldılar. İnce Memedle Ferhat Hoca, Kasım, Müslüm, Ali Çiçeklideresine, ötekilerse boş Sakızlı köyüne gittiler.

Çiçeklideresine vardıklarında neredeyse gün ışıyacaktı, horozlar daha ötmemişlerdi. Sefil Ali ötekilere köyün dışında bir

582

süre beklemelerini söyleyip köye girdi. Sarı Çavuş onun dayısı olurdu, onun evine vardı, durumu anlattı. Sarı Çavuş: “Gelsinler, başım üstünde yerleri var. Bu köyde de onları kimse bulamaz. Bizim evi aramak kimsenin aklına gelmez.” Sefil Ali geriye döndü arkadaşlarını aldı, Sarı Çavuşun evine geldi. Çavuşun evi çok büyük, altı gözeli bir damdı. Odalar biribirine ula-lıydı ve odadan odaya geçilebiliyordu.

“Bu son oda sizin,” dedi Sarı Çavuş. “Düşmanlar kapıdan girerlerse, beş odayı geçip size gelinceye kadar siz şu kapıdan kaçar, hemen arkadaki kayalığı tutarsınız. O kayalığı tutunca da sizi kimse yakalayamaz.”

Yerlere kilimler, keçeler serilmiş, üstlerine kalın döşekler atılmıştı. Harlı yanan ocakta da büyük bir çaydanlık kaynıyordu.

“Siz oturun, kahvaltı şimdi hazırlanır. Bizim Köroğlu şimdi yanınıza gelir, ben de cerraha gidiyorum. İnşallah evdedir.”

Sarı Çavuş öğle olurken yanında bir kara eşeğe binili yaşlı cerrahla köye girdi. Cerrahı Sarı Çavuşun yanında gören köylüler, ortada olağanüstü bir şeylerin geçtiğini, Çamlıyolda kuşatılmış İnce Memed çetesinden yaralıların buraya düştüklerini anladılar, sus pus oldular. Bunu Tazı Tahsin de duydu. Sarı Çavuşun evinin arkasındaki kayalıklara saklanıp evi gözetlemeye başladı. Köy evlerinde ayakyolu yoktu. Herkes işini kayalıkların arasında görüyordu. Eğer eşkıyalardan birisi dışarıya çıkacak olursa, nasıl olsa çıkacaklardı, Tazı Tahsin de onları görecek, kim olduklarını öğrenecekti. Önce Kasım çıktı kayalığa, ay ışığında sağma soluna uzun bir süre bakındıktan sonra şalvarının bağını çözdü taşların duldasına, Tazı Tahsinin az ilerisine çömeldi çatladı. Bir hoş bir koku aldı ortalığı. Kasım işini görürken bile eli tüfeğinin tetiğindeydi. Tazı Tahsinin ödü koptu. Bir öksürse, bir ses çıkarsa yanmıştı. Bu korkunç adam onun gözünde gittikçe şişiyor, uzuyor, kocamanlaşıyordu.

Ardından Sefil Ali, onun ardından da Müslüm. Müslümün de eli tetikteydi. Az daha da Tazı Tahsini görüyordu. Bir adım ötesindeki uzun taşın yanma gelmiş uzun uzun çövdürmüştü. Sidiğinden sıçrayan damlalar Tazı Tahsinin yüzünü gözünü ıslattı. İnce Memed Ferhat Hocanın koluna girmiş dışarıya çıktı.

583

I

Aralarında fısır fısır konuşuyorlardı. Sonra yan yana çömeldi-ler, öyle çömelerek de konuşmalarını sürdürdüler. Onları görünce Tazı Tahsin kendinden geçmiş, yüreği göğsünü küt küt dövmeye başlamıştı. Yerinde duramıyor, ötekilerse çömelmiş-ler, kıçları açık konuşmalarını sıçarak sürdürüyorlardı. O kadar yavaş konuşuyorlardı ki Tahsin onların bir sözcüklerini bile du-yamıyordu. Kan ter içinde kalmış titriyordu. Bir ara kendini çont olmuş sandı. Elini kolunu, başını bile kımıldatamıyordu. Onların orada çömelmiş konuşmaları ona bir yıl kadar sürmüş geldi. Onlar kalkıp gittikten, dama girdikten uzun bir süre sonra bile Tazı Tahsin kendine gelemedi. Kalkmak, yürümek, koşmak istiyor, bir türlü bedenine hükmünü geçiremiyordu.

İlk horozlar ötünce doğrulabildi. Ayaklarını sürükleyerek Muhtarın evine geldi. Muhtar avluda aptes alıyordu. Onu görünce, aptesini yarıda kesti, ayağa kalktı:

“Ne var, ne oldu Tahsin?” diye sordu. Tahsinin bu sabah vakti niçin geldiğini hemen anlamıştı.

İçeriye girdiler.

“Burada,” dedi Tahsin. “Şu iki gözümle gördüm. İnce Me-med, bir de yaralı adam. Bir de bizim Sefil Ali, bir adam daha, hepsi de Sarı Çavuşun evindeler. Mahmut Ağaya hemen haber vermeliyim. O da bana çok para verecek, Murtaza Ağadan da bile çok. Bizim Mahmut Ağamız herkesten zengin değil mi?”

“Zengin.”

“Hemen gidiyorum.”

“Ya İnce Memed kaçarsa, ondan sonra düşündün mü senin halin ne olur?”

“Ben de kaçarım.”

“Herkes biliyor senin İnce Memedi herkese haber verdiğini.”

“Bilsinler. Ben kaçarım.”

“Peki benim halim neye varacak?”

“Mahmut Ağa İnce Memedi kaçırmaz.”

Muhtarla Tazı Tahsin arasındaki konuşma epeyce sürdü. Tazı Tahsini bir türlü kandıramadı Muhtar. Bu küçücük adamın gözü dönmüştü. Başına da çok kötü işler gelecekti. Ancak kapıdan çıktığını görebildi. Gitse Sarı Çavuşa, Tazı Tahsinin Mahmut Ağaya konuklarını kancıklamaya koştuğunu söylese miy-

584

I

di? Sarı Çavuşun damının kapısına kadar yürüdü, orada bir süre durduktan sonra geriye döndü. Yerinde duramıyor, bir Sarı Çavuşun damının önüne gidiyor, orada bir süre bekliyor, sonra kendi evine geri dönüyordu. Evden eve mekik dokuması öğleye kadar sürdü. Öğleyi biraz geçiyordu, Sarı Çavuşla ağacın altında karşılaştılar.

“Dur,” diye kükredi Sarı Çavuş. “Sen beni bilirsin. Ben Mustafa Kemal Paşayla silah çatmış bir adamım. Onunla birlikte Çanakkale denizini ben göğe fışkırttım. Sen ne demek istiyorsun da, daha gün doğmadan bu yana evimin kapısına ayağı yanmış it gibi durmadan geliyor gidiyorsun? Bana bak,” diye çimeni yeşil gözlerini belertti. “İnce Memed bu evde. Kıçında donun varsa, onu git de senin o zalim, alçak, kan emici Ağana söyle. Gelsin de İnce Memedi benim evimde öldürsün. İşte o zaman ben de, sen bu Sarı Çavuşu iyi tanırsın, işte o zaman ben de senin de, o Ağan olacak itin de kökünüzü kuruturum. Unutma bunu Muhtar, ben Çanakkalede Mustafa Kemalle çakmak çaktım, gökyüzüne sular fışkırttım. Haydi yürü. Sen düşün gerisini.”

Muhtarın dili tutulmuştu sanki. Tazı Tahsinin Mahmut Ağaya gittiğini, kendini zorluyor zorluyor, bir türlü söyleyemiyordu Sarı Çavuşa.

“Çavuşum bana kıyma,” sözcüğü ağzından dökülüverdi. “Ben sana bir şey yapmadım.”

“Sen düşün gerisini,” diye Çavuş ona sırtını döndü evine girdi. Çok kızmıştı Muhtara. Öfkeden seyrek sakalları titreyerek ona sövüyordu.

Muhtar birkaç kere daha Sarı Çavuşun kapısına kadar gitti. Tazı Tahsini söylemek istiyor, kapıya gelince orada bu düşüncesinden vazgeçiyordu.

Akşam olunca Muhtar konuk odasına girdi, anahtarı karısının eline verdi, “Üstüme kilitle,” dedi, “yarın sabaha kadar da bağırsam çağırsam, evde yangın çıksa, Mahmut Ağa gelse kapıyı bana açma. Yemin et, adı güzel Muhammedin, üstü bulutlu Kırkgöz Ocağı üstüne…” Kadın yemin etti ve onun üstüne kapıyı kilitledi.

585

28

Kayalıklardan esen yel köye kekik kokuları getiriyordu. Silme ay ışığında kayalıklar billurdanmış gibi ışılıyor, aşağıdan yukarıya dağı çevirmiş ova apak bir göl gibi dalgalanıyordu. Uzun kavakların gölgeleri toprak damların üstüne düşmüştü. Önde Mahmut Ağa arkada adamları bir kedi sessizliğiyle, konuşmadan, sigara içmeden, ince dağ yolundan köye iniyorlardı. Çok uzaklarda, durup durup bir puhu ötüyor, arada sırada da kayaların çatırtısı duyuluyordu.

“Gel bakayım yanıma Tazı.” Mahmut Ağa duyulur duyulmaz bir fısıltıyla konuştu. Tazı Tahsin arkasmdaydı, yanına geldi.

“Kapıda nöbet bekleyen bir kişi var mıydı?” “Dün gece yoktu, belki bu gece koymuşlardır.” Yürüdüler, köyün yukarısına, Sarı Çavuşun evinin üst başına geldiler. O kadar sessiz yürümüşlerdi ki ayaklarının altından bir taş bile kayıp aşağıya yuvarlanmamıştı. “Git bak bakalım, dışarda bir nöbetçi var mı?” Tahsin yamaçtan aşağıya kayarak indi. İnmesiyle de dönmesi bir oldu.

“Nöbetçi var. Tam kapının önünde. Allalem nöbetçi de Sefil Ali.”

“Sefil Ali mi, hani saz çalan bir eşkıya vardı, o mu? Bizim

“Gözüm iyi seçtiyse, odur,” dedi Tazı Tahsin. Ağa yanındaki iriyarı adama buyurdu:

586

“Sen bu işin ustasısm, Sefil Aliyi al da buraya getir. Eğer onu kaçırırsan, en küçük bir sesi çıkarsa, hepimizi ölmüş bil. İstersen Tazıyı da al yanına.”

Uzun boylu, iri adam ayakkabılarını çıkardı, oraya taşın üstüne koydu, “Haydi Tahsin,” dedi, “düş önüme.”

Bir kelebek gibi sessiz kayıyorlardı. Köyün ortasından akan suyun sesi taa buralarda patlıyordu. Ortalıkta başkaca en küçük bir çıtırtı yoktu, kayaların çatlamasından başka.

Onlar Sarı Çavuşun damının duldasına girdiklerinde Sefil Aliyi sırtını köşeye vermiş, başını da önüne düşürmüş buldular. Ona beş adım, dört adım, üç, iki adım yaklaştılar, Sefil Ali daha durumunu bozmuyordu. Önce iri adam Alinin üstüne atıldı, mengene gibi kollarıyla Alinin ağzını kapadı. Ali depre-nirken Tazı Tahsin de üstüne atladı. Onu kıskıvrak yapıp yukarıya, Mahmut Ağanın yanma götürdüler.

“Elini ayağını bağlayın, o burada kalsın. Biriniz de başını bekleyin.”

Damın duldasına indiler, duvarın dibine arka arkaya sıralandılar. Bu anda uzaktaki puhu öttü, Sefil Alinin atı kişnedi, kocaman, ak bir çoban köpeği de kuyruğunu patançları arasına sıkıştırmış büzülerek yanlarından geldi geçti, gitti Sarı Çavuşun, ağacın altında uyuyan köpeğinin yanında durdu. Köyün alt ucundan birkaç köpek sesi geldi, çok seyrek, o da kesildi.

Mahmut Ağa biraz önce Sefil Aliyi yakalayan iri adamı kolundan tuttu yanma çekti:

“Kapı açık değilse, üçünüz birden yükleneceksiniz kapıya. İnşallah kapı açıktır. Yanınıza mavzer almayacaksınız. Karşı koyarlarsa hançerlersiniz. Tazı, sen de köpeklere mukayyet ol. Hiç köpek sesi istemem.”

Üç kişi daha ayırdı.

“Siz de kapı açılır açılmaz, onların arkasından…”

Kapı açıktı ve öndeki üç adam ellerindeki cep fenerlerini yakarak içeriye daldılar. Ötekiler uyuyorlardı, deprenemediler bile.

“Tamam mı?” diye heyecandan kısılmış, titreyen sesiyle sordu Mahmut Ağa.

İri adam:

587

1

“Tamam,” diye bağırdı.

“Ellerini kollarını bağlayın.”

“Bir tanesi yaralı.”

“Onu da bağlayın.”

Kısa bir sürede dört kişinin kollarını arkalarına bağladılar, Sefil Aliyi de yukardan getirdiler.

“Muhtarı çağırın.”

Sarı Çavuş olanı biteni duymuş, don gömlek dışarıya çıkmış aval aval Mahmut Ağanın yöresinde konuşmadan dönüp duruyordu.

“Sarı Çavuşu alın getirin.”

“O burada,” dediler.

“Vay, seni kocamış köpek, demek benim köyümde, benim evimde düşmanlarımı, bu milletin canına kast etmişleri saklarsın ha? Seni kocamış uyuz it seni. Başına neler geleceğini hiç şu akılsız başının köşeciğinden geçiriyor musun?”

“Ağzını topla Mahmut, ben kocamış köpek değilim, kocamış köpek olan sensin.”

“Söyletmeyin şu deyyusu, bağlayın ellerini. Senin derini yüzeceğim senin, kocamış çakal.”

“Çakal senin baban. Hem de sensin. Hem de sülalen.”

“Getirin şu dinsizi yanıma.”

Mahmut Ağanın boğa aletinden kırbacı arka arkaya yılan ıslığı gibi öterek sakladı.

“Muhtar gelemiyor Ağamız.”

“Nedenmiş o?”

“Avradı onu odaya kitlemiş.”

“Gidin de kırın kapıyı.”

İki ev ötedeki evden bir süre pat küt, kapı gıcırtıları geldi, az sonra da kesildi.

“Oooo Muhtar, baba dostu, insan Ağasını böyle kilitli kapılar ardından mı karşılar?”

“Kusura kalma Ağam, avrada kendimi kilitlettim.”

“Nedenmiş o?”

“Çünküleyim ki Tazı Tahsini sana ben gönderdim. Pişman olurum da onlara, Tazı Tahsini sana gönderdiğime…”

“İyi yapmışsın.”

588

“Bize buyurun.”

“Size geleceğiz ya, şu eşkıyaları nereye koyacağız?”

“Hele eve gidelim de… Onları da alıp…”

“Doğru…”

Köyde iki katlı topu topu iki ev vardı. Bir tanesi Mahmut Ağanın konağı, bir tanesi de Muhtarın eviydi. Eşkıyalar önde, Mahmut Ağayla adamları arkada, bir anda olayı duyup alanları, ev aralarını doldurmuş köylü kalabalığını yardılar, Muhtarın evine geldiler. Kalabalıktan çıt çıkmıyordu. Sanki hepsinin kanı çekilmiş, kupkuru ağaçlara dönmüşlerdi.

Muhtarın konuk odasının kapısı açıktı ve karısı elinde anahtarlarla kapının kırık kanadının önünde duruyordu. Kadın ocağa da üst üste üç kütük atmış, kütükler tutuşmuşlar, bol yalımlarla yanıyorlardı. Oda aydınlıktı.

Mahmut Ağa geçti başa oturdu. Adamlarından beşi de alt alta onun aşağısına sedire sıralandılar. Öteki adamlarının bir kısmı dışarda, bir kısmı da içerde elleri tetikte bekliyorlardı.

“İndirin onları sedirden, o eşkıyaları… Kim oluyormuş onlar! Aşağılık yol kesiciler, soyguncular… Getirin onları, yere, şu ayağımın dibine oturtun. Bizim Muhtar da bu kefen soyuculara paşa muamelesi yapıyor.”

Muhtarın sedire oturttuğu eşkıyaları Mahmut Ağanın adamları aldılar, Ağanın ayaklarının dibine yan yana dizdiler.

Mahmut Ağa bir süre onları süzdükten sonra, baştakine:

“Hey yaralı, sen kimsin bakalım? Çok da utangaç bir adama benziyorsun.”

Ferhat Hoca başını kaldırdı, inceden, alaylı gülümsedi:

“Ben Ferhat Hocayım.”

“Oooo, sen misin o? Duydun mu, sen hapisi yarıp da kaçtıktan sonra beraat ettin, kurtuldun yani. Ama şimdi, İnce Me-medin yandaşı, çetesi olaraktan asılacaksın. Seni neden, sizi neden şu anda öldürmüyorum, biliyor musunuz, siz benim elimle öldürülmeye layık değilsiniz, siz asılarak ölmeye layık canavarlarsınız. Bilseydim ki içinizde azıcık adamlık var, sizi ipe göndermez, hemen buracıkta öldürürdüm. Seni uyuz köpek, bir de hoca olacaksın. Dediklerine göre çok da bilgili, derin bir hocay-

589

w

mışsın. Hiç de suçun yokmuş kaçtığında, şimdi idam edileceksin. Bacakların sallanacak, böyle böyle.”

Sağ elinin iki parmağını açtı açtı kapadı.

“Sen kimsin?”

“Ben İnce Memedim.”

“Vay anasını, süt dökmüş kediye benziyorsun ulan, İnce Memede de hiç benzemiyorsun.” Muhtara döndü. “İyi bak bakalım şu babayiğide, şu aç kalmış bir sıçana benzeyen Toros dağlarının kahramanına! Bu adam İnce Memed mi? Sen daha önce Memedi tanıdın mı?”

“İnce Memedi bu köyde kim tanımaz ki… Bu adam İnce Memed.”

“Allah Allah! Allah Allah, şu yakaladığım, bunca ardında koştuğum adam da bari bir adama benzeseydi. Bunu İnce Memeddir diye kasabaya götürsem herkes benimle alay eder, beni tefe koyar da diyar diyar gezdirirler! Ben böyle bir sümüklüyü, solucanı kasabaya götüreceğime bırakırım. Bunu salıveririm de utançtan kurtulurum. Kasabada Ağalara, Beylere dedim ki yarın gider de onu kulağından tutar getiririm. Bakın şu övündüğüm adama, ben bunu kapıma uşak yanaşma bile almam! Şu murdarın suratına bakın, Abdi Ağayı, Ali Safa Beyi öldüren kokmuş tilki taşağmın suratına! Tuuuu, senin pis yüzüne… Daha da durmuş, şuna söz söylüyorum, şu kokmuş sırtlan leşine. Ben Hükümetin yerinde olsam, şöyle bir adama benzemezi aşmazdım bile. Bok kuyusuna atardım, bok kuyusuna…”

Mahmut Ağa kimi öfkeleniyor, ayağa kalkıyor, eğilip Me-medin yüzünün ortasına tükürüyor, onu tekmeliyor, kimi yerine oturup ayak ayaküstüne atıyor, onunla alay ediyor, alayın ardından da küfürlere başlıyordu. Sonunda yoruldu, sesi bile çıkmaz oldu. Ama Memedden hıncını daha alamamıştı.

“Sen kimsin?” Kasıma sordu.

“Ben Hacı Temirim. Anavarza köylüklerinden olurum. Kuzgun Veli çetesindenim. Kuzgun Veli vurulunca bunlara katıldım. Kader…”

Mahmut Ağa onun üstünde durmadı.

“Çocuk, sen kimsin?”

590

“Ben de Sarıkeçili oymağından olurum. Benim adım da eşkıya Müslüm.”

“Neee, eşkıya mısın sen?” “Eşkıyayım ya…” “Ne zamandan beri?”

“İki gün önceden…” Müslüm, iki gün demeyecekti ya, iki yıl diyecekti belki de, ağzından kaçırdı.

Mahmut Ağa:

“Çözün şunun kollarını,” diye buyurdu.

Adamlar Müslümün kollarını açtılar.

“Ben sana ne kötülük yaptım da Ağa beni bırakıyorsun? Ben eşkıya değil miyim?”

“Atm şunu dışarıya.”

Müslüm somurtuyordu. Dışarıya attılar.

“Seni biliyorum, sen bizim Aşık Sefil Alisin. Sana bir şey yapamam. Baban benim has adamımdı, Allah rahmet eylesin. Balkan Savaşma gitti, o kadar önüne geçmeye çalıştım, askere gitme, dedim, beni dinlemedi gitti, bir daha dönmedi. Seni eşkıyalığı bıraktı, dediler bana.”

“Bırakmıştım. İnce Memedin yeniden dağa çıktığını duyunca, iki gün önce ben de gittim onu buldum.”

“İyi ki buldun. Sen olmazsan o bu köye gelmez, ben de onu böyle, dalında olmuş bir armut gibi koparamazdım. Açın şunun kollarını.”

Sefil Alinin kolunu açtılar.

“Çek sazı da bir iki tıngırdat bakalım.”

Sefil Ali karşılık vermedi, herhangi bir devinimde de bulunmadı.

“Al sazı eline,” diye sert buyurdu Mahmut Ağa.

Sefil Ali gene oralı olmadı.

“Bana saz çalmıyor musun?”

Sarı Çavuş başını kaldırdı:

“Sana, değil benim yiğit yiğenim, sana benim köpeğim bile saz çalmaz, Mahmut.”

“Öyle mi?” diye alaylı güldü Mahmut Ağa. “Öyle mi, Mustafa Kemalin has adamı, öyle mi Çanakkalede bir mermide denizi göğe uçurup da dünyayı denizsiz koyan martavalcı?”

591

“Mustafa Kemal Paşanın adını senin gibi köpekler ağızlarına alamazlar. Senin gibi kan içiciler. Senin gibi atına adam çiğneterek öldürenler…”

Mahmut Ağa ağır ağır yerinden kalktı. Gözleri sapsarıydı. Sarı Çavuşun yanına geldi. Bu böğrüdür diyerek yaşlı adama bir tekme savurdu. Ardından bir daha, bir daha… Sonra elindeki kırbaçla, ayaklarıyla, bütün gövdesiyle San Çavuşun üstüne abandı. Yaşlı adamın ağzı burnu, saçları sakallan, mintanı ayakları kızıl kan içinde kaldı. Öteki dövdükçe hırslanıyor, yerdeki adamın üstünde dolanıyor, hırslandıkça dövüyordu. Sarhoş gibi yalpalayın-caya, ayakta duramaz bir duruma düşünceye kadar Çavuşu çiğnedi. Çavuşsa en küçücük bir ses çıkarmadı, of bile demedi.

“Eğer bu gece sabaha kadar ölmezsen, yarın sabah seni Öldüreceğim. Şu itin de elini tekrar bağlayın.”

Sefil Alinin elini arkasına yeniden bağladılar.

“Şimdi Muhtar, bu gece biz burada kalacağız. Muhkem bir yer gerek bunlara sabaha kadar. Sabahleyin candarmalar gelecekler, kasabaya bu canavarları öyle götüreceğiz.”

“Bu odada kalsınlar.”

“Burası olmaz. Belki adamları basıverirler köyü. Bunların bir yarısını Sakızlıda kıstırdım. Senin Tazı gelince de hemen onları orada bıraktım geldim. Onlar bu gece belki burasını basarlar. Senin ev olmaz…”

Başını elleri arasına aldı, düşündü.

“Buldum,” diye de başını kaldırdı. “Bizim konağa… Orası kale gibi muhkemdir. Bin kişi kuşatsa orasını üç kişi on gün koruyabilir.”

“Doğru,” dedi Muhtar.

“Anahtarlar sende mi?”

“Bende.”

“Haydi kalkalım da bu ahır zaman kahramanlarını bizim konağa misafir edelim. Şu kocamış uyuz domuzu da ortadan kaldırın. Kaldırın da, yarına sağ çıkarsa eğer, bunu da kasabaya götürüp asalım.”

Dışarıya çıktılar. Köyün içinde kimsecikler kalmamış, in cin top oynuyordu. Ortalıkta ürkütücü bir sessizlik vardı. Bu, eski kurt Mahmut Ağanın gözünden kaçmadı.

592

“Bu köyde bir şeyler dönüyor, Muhtar.”

“Ne gibi, Ağam?”

“Bilemem. Köy çok sessiz.”

“Bizim köyümüz her zaman sessizdir.”

“Bu başka bir sessizlik. Köye ben gelmişim, İnce Memedi yakalamışım, Sarı Çavuşu çiğnemişim, bunu da bütün köylü duymuş, sonra da bu sessizlik…”

“Korktular. Sen gelince bizim köylü hep böyle sessizleşir, saygıdan.”

“Belki de…”

Muhtar önce kale kapısı gibi muhkem kemerli yüksek avlu kapısını, ardından da konağı açtı, merdivenleri çıktılar. Bir delikanlı, elinde büyük bir gemici feneri taşıyarak önlerinden gidiyordu.

“Şu odaya koyalım. Bir gecelik. Bu odanın dışarıya açılan penceresi yoktur. Zaten babam suçlu köylüleri hep bu odaya hapsederdi.”

Önce Sarı Çavuşu getirdiler, odanın ortasına attılar, arkasından da ötekileri.

“Bütün konağı ışıklandırın. Avlunun ortasına da büyük bir ateş yakın. Sabaha kadar sönmeyecek.” Adamlarına da buyurdu: “Sen, sen, sen… Gözünüzü kırpmayacaksınız. Ben bu geceden korkuyorum. Keski şu eşkıyaları alıp hemen gidebilsey-dik… O da olmazdı… Pusu… Candarmalan bekleyeceğiz. Tazı Tahsin kasabaya uçtu mu? Bir de atlılar gitsinler, bizimkilerden, çabuk.”

“Gönderelim. Tazı Tahsin çoktan uçtu.”

“Yorulmuşum. Gözlerimden uyku akıyor.”

Konağın her köşesine bir lamba asılmış, avlunun ortasına da kütükler yığılmaya başlanmıştı.

“Gözlerinizi dört açın. Yoksa canınızdan olursunuz.”

O önde, Muhtar, adamları arkada, eve geldiler. Muhtarın karısı sofrayı sermiş, bir de büyük şişe rakıyı sofranın ortasına dikmişti. Ağalarının içkisiz yapamayacağın bilirlerdi. Sinide de haşlanmış birkaç keklik tütüp duruyordu.

“İşte buna sevindim Muhtar. Ama bu sessizlik beni ürkütüyor.”

593

“Uykudalar.”

“Elimi keserim ki bu anda, bu köyde kimse uyumuyor, bebeler bile.”

Mahmut Ağa kendi köylüsünü iyi biliyordu. İnce Memed ve arkadaşlarının yakalandığı andan bu yana köyü çok sessiz bir fısıltı almıştı. Kadınlar, kızlar, kız çocukları lisanı hal ile biri-birleriyle konuşuyorlar, onların konuşmalarını hiçbir erkek, erkek çocuklar bile duymuyorlar, duysalar da konuştuklarından hiçbir şey anlamıyorlardı.

“İnce Memedi asacaklar.”

“Ne de güzel ağıtlar yakmıştık ona!”

“Şimdi de bizim köyümüzde yakalandı.”

“Lanetli, uğursuz sayılacak bizim köy…”

“İnce Memed aşılırsa…”

“İnce Memed aşılırsa…”

“Başımıza gökten taş, ateş, yılan çıyan, ejderha, solucan yağacak…”

“İnce Memed aşılırsa…”

“Bu köy, bu dünya…”

“Bu koca Binboğalar yıkılacak.”

“Topraktan kan fışkıracak su yerine…”

“Kıyamete kadar.”

Emiş Hatun, arkasında yedi tane genç kız köyün içine düşmüşler, ev ev, kadın kadın dolaşıyorlardı.

“Bu bize yakışır mı?”

“Bizim köy İnce Memedin yakalandığı yer, diye anılacak kıyamete kadar.”

“İnce Memed de bizim yüzümüzden asılacak.”

“Sarı Çavuşu da öldürdü o dinsiz.”

“Eskiden atına adam çiğneterek öldürürdü.”

“Şimdi kendisi çiğniyor.”

“Atının yerine…”

“Varınca öbür dünyaya ölülerin yüzüne nasıl bakacağız?”

“Çocuklarımızın..?”

“Elalemin..?”

“Şu koca Toros dağlarının..?”

“Pamuk topladığımız Akçadenizin..?”

594

“Ekin biçtiğimiz Çukurova toprağının yüzüne nasıl bakacağız..?”

“İnsanoğlu bizden bunu kıyamete kadar sual etmez mi?”

“İnsanoğluna ne diyeceğiz?”

Tanyerleri neredeyse ışıdı ışıyacaktı. Köyün bütün kadınları sessizce gelmişler, Mahmut Ağanın konağının kapısında durmuşlardı. Üç kadının ellerinde siniler, sinilerin içinde de yiyecekler vardı. Bütün kadınlar ak çarşaflara sarınmışlardı.

“Açın kapıyı yavrular, size yiyecek getirdik.”

Nöbetçi, kadınların sesini duyunca kapıyı açtı, kadın kalabalığını görünce bir tuhaf oldu.

Emiş Hatun:

“Ne o, yavrum?” dedi. “Ürküttük mü seni? Korkma bir şey olmaz.”

Kadınlar içeriye doldular. Nöbetçiyi ortalarına aldılar. Adam bir anda aralarında yitti gitti, sesi soluğu çıkmadı. Kadınların bir ucu çoktan konağa çıkmışlar, oradaki nöbetçileri de aralarına almış, yitirmişlerdi. Muhtarın yaşlı karısıyla, o da İnce Memede güzel ağıt yakanlardandı, Emiş Hatun, onların arkalarında da genç kızlar mahpusların odasına girdiler.

Emiş Hatun:

“Çözün şunların ellerini,” diye bağırdı.

Kızlar göz açıp kapayıncaya kadar onların ellerini çözdüler.

“Bunlar giyitleriniz, alın da hemen giyinin.”

Eşkıyaların silahları da kızların kucaklarındaydı.

“Bunlar da silahlarınız, kuşanın. Sabaha az var. Neredeyse gün ışıdı ışıyacak. Dağı tutun. Sarı Çavuşu bize bırakın. Biz ona bakarız.”

Önce İnce Memed, sonra ötekiler, yaralı Ferhat Hoca bile, nasıl giyindiklerini, silahlarını nasıl kuşandıklarını bilemeden giyindiler kuşandılar, “Sağlıcakla kalın, sağ olun, var olun,” dediler, ikiye ayrılarak, onlara yol veren kadın kalabalığının arasından çıktılar, az sonra da kayalıkları tuttular. Kadınlarsa hiçbir şey olmamış gibi ellerindeki tepsileri yere, nöbetçilerin önüne koydular, “Yiyin afiyet olsun,” dediler, geldikleri gibi gene sessizce çekildiler gittiler.

595

Bir süre sersem sersem orada kalakalmış nöbetçiler bir koşu Mahmut Ağaya gittiler. Mahmut Ağa daha yeni sızmıştı, onu kendine getirmeye çalıştılar. Kendinden geçmiş Ağa bütün çabalara karşın ancak bir kere gözlerini açtı. “İnce Memed kaçtı Ağa, kaçtı,” dediler, o aldırmadı, gözlerini kapayıp yeniden derin uykulara daldı.

Sabah oldu, gün ışıdı, Ağayı kimse uyandıramıyordu. Yöresinde dönenip duruyorlar, bağırıp çağırıyorlar, kıyamet koparıyorlar, Mahmut Ağa bana mısın demiyor, rahat uykusunu sürdürüyordu.

Öğle vaktinin horozları öterken Ağa kendiliğinden uyandı, eline tutuşturulan ibriği aldı, uykulu sersem, sallanarak, evin arkasındaki kayalığa gitti, bir taşın arkasına çömelip çatladı. Yıkandıktan sonra döndü, yöresindeki herkes sus pustu, köyden de, horoz seslerinden başka bir ses gelmiyordu.

Büyük bir sini içinde kahvaltı geldi. Mahmut Ağa kahvaltısını tek başına yaptığının farkına varmadı. Sofradan kalktı, bir kız ibrik sabun, havlu getirdi, Ağa ellerini, ağzını yıkadı, ayağa kalkınca, önünde el pençe durmuş, süt dökmüş kediye dönmüş Muhtara sordu:

“Candarmalar daha gelmediler mi?”

“Gelmediler ya Ağam…”

“Ne var?”

“Yani daha gelmediler de… Hani…”

“Söyle, dilinin altında ne var?”

“Hani demem odur ki… Ağam daha iyi bilir ya, bu gece ya… Yani ya…”

“Ne var, ne oluyor?”

“Bu gece İnce Memed de…”

“Ne oldu İnce Memede?”

“Onu götürdüler…”

“Kim? Candarmalar mı? Gösteririm onlara. Benim yakaladığım eşkıyayı… Olamaz. Onların ellerinden alacağım. Beni neden uyandırmadınız onlar geldiğinde?”

“Uyandırdık Ağam, sen uyanmadın.”

“Binin atlara, candarmaların arkasından yetişelim, İnce Memedi ellerinden alalım.”

596

Bu sırada o iriyarı adam ortaya çıktı, ellerini ovuşturuyordu:

“Ağam,” dedi, “İnce Memedi candarmalar götürmedi.”

“Ya kimler götürdü?”

“Periler, cinler…”

“Nasıl periler, cinler? Yani düpedüz kaçırdınız, öyle mi?”

Olayı duyunca Mahmut Ağanın bağırıp çağıracağını, kıyameti koparacağını, nöbetçileri, Muhtarı, öteki adamlarını kan işetinceye kadar döveceğini sanıyorlardı, tam tersi oldu, Ağa çok soğukkanlı davrandı.

“Şimdi anlat bakalım sen.”

İriyarı adam ellerini daha çok ovuşturuyordu.

“Ben avlu kapısında nöbet bekliyordum. Ortalıkta çıt bile yoktu. Bir ara dalmışım, bir kadının sesiyle ayıktım. Sana yemek getirdim, dedi kadın. Tepeden tırnağa ak libaslar içindeydi. Şu yukarı kayalıklardan, şu aşağıdaki alandan, yandan yönden hiç ses çıkarmadan ak libaslar giyinmiş kadınlar geliyorlardı. Sonra ne olduğunu anlayamadım. Gözümü açtığımda kollarımın, ağzımın bağlı olduğunu anladım. Öteki nöbetçiler de yanımda yatıyorlardı, avlunun ortasında, taşların üstünde. Ayağa kalktım, odaya koştum, İnce Memed yoktu. Dağa yukarı baktım, binlerce ak libaslı kadın doruğa yukarı ağır ağır çekilip gidiyorlardı. Arkalarından koştum, birkaç el de ateş ettim, bir baktım ortada kimsecikler yok. Cin miydi, peri miydi, insan mıydı bu kadınlar, artık onun orasını ben bilemem, Allah bilir.”

“Çiçeklideresinin canavar kadınlarıydı. Hani o İnce Memede ağıt yakan kadınlar. Onlar ne cin, ne peri, ne feriştahtı, düpedüz insandı.”

Öteki nöbetçiler de aşağı yukarı buna benzer şeyler söylediler. Yalnız, onlara göre kadınlar çırılçıplaktılar, hepsinin de memeleri dimdik, sert ve sivriydi. Bunlar da onları yakalamak için arkalarından koşmuşlar, yetişmişler, kadınlardan tuhaf, bayıltıcı bir koku esince kendilerinden geçmişlerdi.

“Atımı getirin.”

Hemen atını getirdiler, bindi:

“Muhtar, bütün köylü toplansın.” Adamlarına buyurdu: “Siz de ata binin.”

597

Muhtar yanındaki bekçiye:

“Şu taşın üstüne çık da tellal çağır, bilumum köylü burada toplanacak, Ağamız gidiyor.”

Bekçi taşın üstüne çıktı, gür sesiyle köylünün alanda toplanmasını söyledi. Bu bir gelenekti. Yıllardan bu yana Ağa, Ağanın babası, dedesi ne zaman isterlerse köylü alana hemencecik dakika sektirmeden toplanırdı.

Az bir sürede kalabalık bütün alanı doldurdu. Mahmut Ağa da, arkasında adamlarıyla atını sürdü kalabalığın kıyısına geldi durdu. Bıyıklarını burarak güldü. Köylü, bunca yaş yaşamışlardı, Mahmut Ağanın güldüğünü ilk kez görüyordu.

“İyi yaptınız,” diye söze başladı. Sesi soğuk, düz, kesindi. En küçük bir öfke, bir kırgınlık, üzüntü yoktu. “Çok iyi yaptınız da benim yakaladığım İnce Memedi bıraktınız. Bizim ahmakları da, İnce Memedi periler aldı götürdü diye de kandırdınız, uyuttunuz. Ne yaptıysanız iyi yaptınız. İnce Memed size mübarek olsun. Onu tepe tepe kullanın, sevin, sayın. Şimdi ben bugün gidiyorum. Az sonra gelecek candarmalara da yolda rastgelirsem, size bir fiske bile vurmamalarını söyleyeceğim. Siz benim bin yıllık köylümsünüz, aşiretim kanımsmız. Onun için hiç kimsenin size hakaret etmesine dayanamam. Şimdi sizden istediğim, on gün içinde bu köyü bırakacak gideceksiniz. Bugünden sonra bu köyde hiçbir tavuk, keçi, sığır, koyun kesilmeyecek. Göndereceğim çobanlara hayvanları teslim edeceksiniz. Biliyorsunuz, oturduğunuz evler, bastığınız toprak, köyde ne var ne yoksa, şu akan su bile, hepsi benim. Kıçınızdaki donunuz bile benim. On gün sonra buraya geleceğim, burada bir tek kişi bulursam, artık onun orasını kendisiyle bir de Allah bilir.”

Atını sürdü, arkasına bile dönüp bakmadan köyü çıktı.

Kalabalık karıştı. Uzun bir süre kimin ne söylediği anlaşılmadı. Ardından da top top dağılıştılar.

“Ayağı kademli geldi İnce Memedin, batası!”

“Batıp da yerlere gecesi…”

“Olmaz olası!”

“Yıktı viran etti köyümüzü.”

“Öldürdü hepimizi.”

598

“Söndürdü ocağımızı.”

“Zaten yüzünde de meymenet yoktu.”

“Gözleri de yılan gözleri.”

“Boyu da bir karış.”

“Boyu yerin dibine gecesi…”

Biraz sonra köyün içini bir çığrıltıdır aldı. Sürgün ağıtları yakılıyor, İnce Memede kargışlar yağıyordu. Emiş Hatun evinin karşısına geçmiş, kuş gibi çığırıyor, bu evde geçen güzel yaşamını anımsıyor, dile getiriyor, senden nasıl, nasıl ayrılacağım tellice evim, diyordu her sözünün sonunda da… Senden nasıl ayrılacağım tellice kavağım, senden nasıl ayrılacağım gün gibi suyum, alakarlı dağım, savran kurmuş sarı çiçekli, mor kevenli koyağım, yaz bahar ayları gelince nennilenen ormanım, sarıasmalarım, üveyiklerim, ballı incirlerim, bin çiçekten bin koku derleyen arılarım?

“Gelmez olaydın da Çiçeklideresine, İnce Memed!”

“Görmez olaydık o devrilesi boyunu.”

“Pörtlemiş kurbağa gözünü.”

“Ölü, dağarcık yüzünü.”

“Yağlı kurşunlardan gidersin inşallah, İnce Memed.”

“Leşini itler sürükler inşallah İnce Memed.”

“Kartalların ağzında kalır her parçan, her bölüğün inşallah İnce Memed.”

“İnşallah seni bir çingene asar, İnce Memed.”

“Onmayası…”

“Gün görmeyesi…”

“Yılın yılın, yılancıklar çıkararak da hapislerde çürüyesi İnce Memed.”

“Mezar yüzü görmeyesi…”

Kayalıklara saklanmış eşkıyalara kadar köyün çığlıkları, patırtıları gürültüleri geliyordu.

“Hocam, bir şey var bu köyde. Bir şey oldu onlara.”

“Oldu,” dedi Ferhat Hoca. “Mahmut sabahleyin uyanınca…”

“Ne yapar onlara Hoca?”

“Kasımın köyüne ne yapmışsa, ondan beterini de, hem de bin beterini bunlara yapacak.”

599

“Ne yapalım öyleyse, Hoca?”

Hoca ona karşılık vermedi.

Aralarında uzun bir sessizlik oldu. Hiç kimse konuşmuyordu. Köyün üstünden bu yana durmadan top top kuşlar uçuşarak yorgun geliyorlardı.

Köyde seslerin kesildiğini neden sonra fark ettiler.

“Ne oldu, Hocam?”

“Kötü bir şey oldu. Seslerin böyle birdenbire kesilmesi hayra alamet değil.”

“Tam bizim köyde de böyle olmuştu,” dedi Kasım. “Allah düşman başına vermesin böyle bir derdi.”

Bu sırada aşağıdan, kayalıkların arasından Müslümün kırmızı fesli başı gözüktü.

“Nereden buldun o fesi?” diye ona takıldı Ferhat Hoca.

“Sarı Çavuş verdi.”

“Nasıl o?”

“Çok inliyor ya, iyi.”

“Köy nasıl?”

Müslüm köyü, köylüleri, Memede şovenleri en ince ayrıntısına kadar onlara bir bir anlattı.

“Demek böyle ha!”

“Böyle,” dedi Müslüm. “Hiç anlamadım bu işi, ne var bir göçmede de bu kadar ağlıyorlar, kıyameti koparıyorlar? Biz her gün göçüyoruz. Göçmek daha iyi değil mi?”

Ayağa kalkmış Hoca onun omuzunu okşadı:

“Konup göçmek daha iyi ya, bu insanlar o tadı çoktan unuttular yavrum. Müslüm. Senin çocukların da unutacak. Göç sözü edilince de aşağıdakiler gibi kıyameti koparacaklar.”

“Sanki dünya batıyormuş gibi…”

Ferhat Hoca Memedi elinden tuttu, kendine doğru çekti:

“Gel,” dedi, “gel de şurada birazıcık kendi kendimize konuşalım.”

Bir kayanın dibine, sırtlarını taşlara verdiler oturdular.

“Şimdi iyice anladım ki, oğlum Memed, bu eşkıyalık sana göre değil. Aşağıdan sesler gelirken öldün öldün de dirildin. Eğer köylü sürgün edilir de, öyleye benziyor, Çiçeklideresi köyü Sakızlıya benzerse sen kolay kolay ayakta kalamaz, yaşaya-

ORHAK Khff^t     ,

 6o°

mazsın. Bu iş başka iş, senin gibi çocuk yüreklilere göre değil. Senin yüzünden bir köy azıcık ağladı diye neredeyse düşüp şu kayaların içine ölecektin. Ya yarın senin yüzünden Faruk Yüzbaşı, Ağalar, Beyler bütün Torosları dayaktan, işkenceden, zulümden geçirirlerse, ya yarın öbürsü gün bütün Toroslar bir fer-yadü figana dönerse, senin halin nice olur Memed?”

Memed boynunu bükmüş konuşmuyordu.

“Bak yavrum, sen bir deli atın bile tek başına dağda kalmasına dayanamıyorsun. Neredeyse üzüntünden çont olacaksın. Seni öldürseler de sen bir insana ateş edemezsin. Benim anlamadığım, sen nasıl Abdi Ağayı, Kel Hamzayı, Ali Safayı öldürdün? Bana öyle geliyor ki onları sen öldürmedin. Azıcık anlıyorum ya, az daha Yobazoğlunu öldürecektin atını yakalamaya gitmiyor da, başını alıp kaçıyor diye. Bak Memed, senin o belindeki kuburda çok altını var Kuzgun Velinin, sana bir ömür boyu yeter. İyi ki Mahmut görmedi. Ben de İnce Memed adını bu dağlarda eksik etmem. Ölünceye kadar seni başımda, yanımda taşırım. Hiç kimse senin düze indiğini bilemez ben ölünceye kadar. Ben ölünce de bir başka İnce Memed çıkar.”

“Çıkar mı, dersin?”

“Çıkar,” diye toprağı yumrukladı Ferhat Hoca. “Sen nasıl çıktın? Şu topraktan, şu sarı çiğdem, bak, toprağı nasıl yarmış çıkmışsa, bak, nasıl yüzümüze gün ışığı gibi gülüyorsa, insanların içinden de İnce Memedler böyle çıkacak. Beni merak etme. Ben şimdi dağlardan, ormanlardan benim köye giderim.”

“Sefil Aliyle birlikte gidin.”

“Olur.”

“Ben de Kasımı, Müslümü alırım. Temir ne oldu acaba?”

“Sen onları merak etme, ben yakında bulurum.”

“Hakkını helal eyle Hocam.”

“Çok çocuğun olsun.”

Kucaklaştılar.

Eşkıyaların yanına geldiler. Ferhat Hocanın sakalı titriyordu. Durmadan da gözlerini kirpiştiriyor, ellerini ovuşturuyordu.

“Haydi siz sağlıcakla kalın. Ben, Kasım, bir de Müslüm, biz gidiyoruz.”

601

Helallaştılar.

Memed arkadaşlarıyla köye geldi. Gün yıkılmış gitmiş, gölgeler uzamıştı. Köylüler alanda durmuşlar kalmışlardı. Yamaçtan inen İnce Memedi, o daha çok uzaklardayken görmüşlerdi.

İnce Memed aralarına gelince hiçbir tepki göstermediler. Ne başlarını çevirip baktılar, ne konuştular, ne de ona bir kötü söz söylediler, öyle orada balçık gibi devinimsiz kalakaldılar. Sadece Emiş Hatun ona sırtını döndü. Memed, yanında Kasımla Müslüm köyün içinde bir oraya gitti, bir buraya… Bir süre dolandı durdu. Köyden çıt çıkmıyordu. Sonunda Sarı Çavuşun evine yollandı. Evde kimsecikler yoktu. Sarı Çavuş da ocağın yanına serilmiş yatakta tek başına inliyordu.

Memed vardı, Çavuşun yanma diz çöktü:

“Geçmiş olsun Çavuş Ağam.”

“Sağ ol Memed. O kafir gitmiş. Gitmiş, gitmiş ya köyü de bitirmiş. Ben bunu ona bırakmam. Sarı Çavuşun bunu ona bırakacağını sanıyorsa aldanıyor. Ayağa kalkar kalkmaz onu öldürecek, başını da kesip İsmet Paşaya yollayacağım, bunları başımıza siz cellat eylediniz diye. Mustafa Kemal Paşama da bir mektup donatacağım ki mektup derim sana. İşte o zaman bu kasaba ağaları görürler Hanyayı Konyayı… Köyü sürgün ediyor sidikli Mahmut, varsın, ne olacak, biz de Çukurovaya gideriz. Gider de karaçalılıklardan, kamışlıklardan, sazlıklardan toprak çıkarırız. Bizim köyümüzün delikanlıları çok güçlüdürler.. Bir köye yetecek kadar ormanı, karaçalılığı altı ayda hopur eder, tarla çıkarırlar.”

Yanına çökmüş Memedi kolundan tuttu:

“Sen çok üzülmüşe benziyorsun. Aldırma bizim köyün kadınlarının senin için ileri geri konuştuklarına. Canları yanıyor da, köylerinden sürgün ediliyorlar da onun için öyle azıcık acı konuşuyorlar. Yoksa onlar sana hiç kıyarlar mı? Sen ölünce, bizim köyün kadınları senin üstüne öyle bir ağıtlar yaktılar ki, şu dünyada hiçbir kadın adı güzel kendi güzel Hazreti Muham-med üstüne bile böyle güzel ağıtlar yakmış değil… O kadınlar işte dün gece de…”

Gözleri ışıladı, sözünün gerisini yuttu.

602

“Dün gece de peri kızları, bin tane, iki bin tane, ak libaslara bürünmüşler geldiler de, bizim kadınlar da onlara, salt sizin gülden nazik hatırınız için ballı börekler verdiler de… Onlar da sizi o yılan Mahmudun dişlerinden kurtardılar da… Ol sebepten bizim kadınların kusuruna bakmayasm Memedim. Seni Çukurovadaki köyümüzde de beklerim. Ben o zamana kadar da Mahmudu öldürürüm, sen de rahat rahat köyümüze gelir gidersin.”

Dişsiz ağzını açarak içten güldü:

“Başın dara gelirse de Çukurovada gene peri kızları gelirler de seni kurtarırlar.”

Elini Memedin kolundan çekti.

“Ben iyiyim. Cerraha adam gönderdim, az sonra gelir. Tez günde iyi eder beni. Haydi sen git. Allah yolunu açık, kılıcını keskin etsin.”

Memed eğildi, onun elini öptü. Kasım da, Müslüm de…

Sarı Çavuş, onlar giderlerken yataktan doğruldu, gözleri yaş içinde kalmıştı:

“Aaah,” dedi arkalarından, “aaah, sizin bu yiğitliğinizi, insanlığınızı, insanlara saygınızı Mustafa Kemal Paşa bir görse, bir duysaydı size canını verirdi. Ben onunla Çanakkalede omuz omuza çarpıştım. Her top mermisi atışımızda düşman gemilerine, bütün deniz olduğu gibi göğe çıkıyordu, gemiler de havalarda uçuyorlardı.”

Memed başını geriye çevirdi, ona çok güzel bir şeyler söylemek istiyor, bir türlü de bulamıyordu.

“Allah sana çok, çok uzun ömürler versin Emmi,” diyebildi sonunda. “Hazreti Nuh kadar uzun ömürlü olasın.”

603

I

İnce bir yel esiyor, ovadaki yeşil ekinleri yatırıyor, bol ışıkta yatan ekinlerin sırtları ışılıyor, gökte, köyün üstünde de büyük bir kartal geniş halkalar çizerek, kanatlarını kıpırdatmadan dolanıyordu.

Ay ışığı bataklığın üstünde sallanıyor, bataklık yerleri sarsarak, çok uzaklarda soluklanıyordu. Buradan Torosa doğru fırıldak gibi dönerek, yöresinde ay ışığını savurtarak akan toz direkleriyle birlikte gölgeler gidiyorlardı.

Bir suyun üstüne geldiler toz direkleriyle gölgeler. Ay ışığının derinliğinde göklerin ucunda yüzlerce kartal geniş halkalar çizerek dönüyorlar, koyu gölgeleri toprağa düşüyor, ağaçların, çalıların, kırmızı, ak, mor, sarı çiçeklerin, akarsuların üstünde bir tuhaf oyun oynuyorlardı, gölgelerin, kanatların, yıldızların… Hiçbir yerden hiçbir ses çıkmıyordu.

Soğuk bir yel esti, çok uzaklardaki Aladağm ardında üst üste şimşekler çaktı, şimşek ışıkları oradan buraya ancak ulaşabildi. Ardından birdenbire koyu bir gece çöktü, ortalık ışık sızmaz bir karanlığa kesti. Gecenin içinden, üstünden kır donlu atlar indiler yamaçtan aşağıya, upuzun uzayarak, apak çizgiler bırakarak karanlığın ucunda. Atlar gecenin üstünde, kartalların altında dönüyorlar, ak çizgilerini parlatarak, geceyi oyarak aşağıya iniyorlardı. Çok, çok atlar çıktı karanlığın içinden, kuyruklarında, yelelerinde yıldızlar. Parladılar, söndüler, köyün içini baştan sona doldurdular, üst üste, burun buruna, yele yeleye, başları havada, horulayarak soluklandılar, göğüsleri körük gibi

604

indi çıktı. Baş, yele, kuyruk, gövde ayak biribirine karıştı, savruldu. Birden dünyayı bir kişneme aldı. Bütün kır atlar başlarını göğe kaldırdılar, kulaklarını diktiler. Göğün ötesinden onların kişnemelerine bir tek at onlara uzun bir kişnemeyle karşılık verdi. Kişneme yaklaştı, bu sırada da karanlığın içini bir tünel gibi oyarak bir top ışık çıktı geldi. Işığın içinden bir kır at, kır atın üstünde bir yeşil donlu, yeşil sarıklı atlı, atlının elinde yeşil ışıklar fışkırtan bir kılıç… Yeşil atlı köyü ev ev dolaştı, her evin kapısının önünde durdu. Ardından da konağa vardı. Zincirler şangırdadı gecede, kayalıklar, karanlık, yıldızlar un ufak oldu.

Yeşil donlu adam atını duvara sürdü, duvar ortadan ikiye biçildi, kapılar ardına kadar açıldı. Hızır Aleyhisselam, bin terkime İnce Memed, dedi. Öteki onun terkisine atladı, ala donlu, mor çiçekli Aladağına doğru uçtular gittiler. Onun arkasından kızıl külahlı bir kır atlı, onun ardından da ak külahlı bir kır atlı geldiler, Ferhat Hocayla Kasımı aldılar götürdüler.

Kayalıklarda kurşun sesleri kaynıyordu. Ortalık yalıma kesmiş, cehenneme dönmüştü. Bir turna çıkmıştı göğün öteki ucundan, gelmiş, üstlerinde usulcana dönüyordu. Memed, Kasım, bir de çoban Müslüm sarılmışlardı. Mahmut Ağanın adamları yüz kişiden de fazlaydı. Bir yandan da bölük bölük candarmalar geliyorlardı. Belki bin kişi kuşatmıştı üç kişiyi. Ormanı da üst yandan ateşlemişlerdi. Orman, bütün dağ tutuşmuştu. Yalımlar doludizgin geliyordu Memedin üstüne doğru. Yalımların önünden yılanlar, tilkiler, kurtlar, böcekler, ayılar, tavşanlar uçarak, çığlık çığlığa kaçıyorlardı. Az bir sürede bütün dağ yalıma kesti, dünya bir köz yığını oldu. Öterek çığlık çığlığa gelen yılanlar, tilkiler, kurtlar, böcekler, tavşanlar, çakallar kendilerini akarsuya atıyorlar, su onları alıyor, aşağılara götürüyordu. Yağız at da geldi kuyruğu tutuşmuş, yalımların üstünden, karnında yalımlar… O da kendini suya bıraktı. Memed arkadaşlarıyla yüksek bir uçurumun başındaydı, yalımlar burunlarının dibine kadar gelmiş, onları neredeyse içine alacaktı.

Turna geldi, tam tepelerinde, yalımların, dumanların üstünde durdu. Yağız at sağılarak ormanın içinden çıktı. Memed atın yelesini yakaladı. Kasım da kuyruğunu tuttu, Müslüm atın üstüne bindi. At uçurumdan aşağıya süzüldü indi. Sonra aşağı-

605

ya binlerce, on binlerce at geldi. Üst üste suyun kıyısına yığılıştılar. Yağız at onların arasına karıştı çekildi gitti.

Çamlıyol köyünde Yüzbaşı Şevket, Ferhat Hocayı kuşatmıştı. Memed ortaya çıktı. Çiçeklidereli Mahmut Ağa Ferhat Hocayı yaraladı. İnce Memed onları kuşattı. Berikiler onun elinden canlarını zor kurtardılar, üç gün üç gece savaşarak. Sonra Memedle arkadaşları, Ferhat Hoca yorgun düştüler. Sarı Çavuşun evinde uyudular. Mahmut Ağa geldi onları yakaladı. Ellerini kollarını zincirledi, onlar o kadar yorgundular ki uyanamadılar. Mahmut Ağa, onlar uyuyorlar diye onları öldürmedi, uyuyan insanlar öldüklerini bilemezler, hiç ölmemiş gibi olurlar diye. Götürdü onları kendi konağına hapseyledi, yedi kapı arkasına. Bir bulut çıktı Aladağın üstünden, ışığa doymuş, ışıkta patlayacak bir duruma gelmiş, güneş gibi aydınlatan, koskocaman, göğün yarısını almış bir bulut. Ak, çakmaktaşı kayalıkların üstünde durdu ışık bulutu. Geceye ışık yağıyordu. Kayalıklardan bir kadın kalabalığı, hepsi de ak libaslar giyinmiş, köye indiler. İndikçe iniyor, indikçe iniyorlar, kadın kalabalığının ardı arkası kesilmiyordu. Çiçeklideresinden Emiş Hatun onlara, hoş geldiniz, dedi. Ak libaslı kadınlar köyün içinde büyük bir toy düğün kurdular. Yöredeki bütün dağlar, üstteki gök, yandaki orman aydınlandı. Sabaha karşı kadınlar konağın kapısına geldiler, silahlı adamlara, açın kapıları, dediler, biz İnce Memedi alacağız. İnce Memedi, arkadaşlarını aldılar götürdüler, köyün üst başındaki mağaraya bıraktılar.

Sabah olunca yağız at kuyruğu sırtında, kulakları dikilmiş, yelesi kabarmış, köyün içinden üç kere yel gibi geçti. Üç keresinde de Mahmut Ağa, adamları tüfeklerinde ne kadar kurşunları varsa yağızın üstüne boşalttılar, ata değmedi. Sonra atlar indiler yamaçlardan aşağıya, hepsi de kırdı. Ovada buluştular. Gelen ovanın ortasına birikiyor, gelen birikiyordu. Ovaya ak bulutlar inmiş gibi oldu. Atlar, ovanın bir ucundan öteki ucuna çekiliyorlardı. Memedi, yaralı Ferhat Hocayı aralarına aldılar, Çukurovaya indiler, Akdeniz kıyısına çekildiler gittiler, denizde yittiler.

Dağlardan gelen atlı atının başını Murtaza Ağanın kapısında çekti. Murtaza Ağa onu konaktan gördü, aşağıya indi.

606

“Mahmut Ağa İnce Memedi yakaladı, elini kolunu bağladı hapsetti, kapısına da on beş silahlı adamını dikti. Candarmaları bekliyor, onlar gelince alıp kasabaya getirecekler. Bana dedi ki selam et, dedi, Murtaza Ağaya, gözleri aydın olsun, dedi. Ona haber vermeden çıktım dağlara, dedi, kusuruma kalmasın. Ona da, kimseye de haber veremezdim.”

Daha onlar konuşurlarken Tazı Tahsin sallanarak geldi, atın tırnağının dibine düştü. Yüzüne kolonya serperek, epeyce uğraşarak onu ayıktılar.

“Şu iki gözümle gördüm,” dedi. “İnce Memed Ferhat Hocayla Sarı Çavuşun evinde uyurlarken, ben Muhtara söyledim, bir gece sabaha kadar evin ardındaki kayalıklarda bekledim de… Mahmut Ağa da geldi, onları kıskıvrak yakaladı, ellerini ayaklarını zincirlediler, kapıya da yüz silahlı adam diktiler. Muştuluğumu isterim.”

Tazı Tahsin sözünü yeni bitirmişti ki bir atlı daha geldi. Atının burnu şişmiş, körük gibi soluyordu.

“İnce Memedi yakaladı Mahmut Ağa.”

O gün akşama kadar atlılar geldiler geldiler gittiler. Tazı Tahsin çarşıya düşmüş İnce Memedi nasıl yakalattığını önüne gelene anlatıyor, ama o eski kebapçı dükkanının önünden geçmek yürekliliğini bir türlü gösteremiyor, pazaryerine gelince belki üç yüz adım ötesinden geçiyordu kebapçının.

Sonunda Topal Ali buldu onu. “Gel bakalım Tazı Tahsin,” dedi. Tazı Tahsin olayı ona da bire bin katarak, kıvançtan kendinden geçerek anlattı.

“Eğer bu yaptığın doğruysa seni öldürürüm ulan boklu Ta-

zı.”

“Neden, ne yaptım ki ben sana?”

Gözü dönmüş, boyun damarları şişmiş, bıyıkları diken diken olmuş Topal Ali hışımla onun üstüne yürüdü. Tazı eğer atik davranmayıp da Alinin eline bir geçseydi, kırılmadık yeri kalmazdı.

Topal Ali öfkesini yenemeyince Molla Duran Efendiye gitti, onu gören Duran Efendi:

“Duydum Ali, duydum,” dedi. “Çok yandım İnce Meme-” de. Diri yakalamış onu üstelik de o kafir. Keski onun ölüsünü

607

ele geçirseydi Mahmut. Çok kötülük edecekler İnce Memede. Ona çok hakaret edecekler. İnsanlığa yakışmaz zulümlerle, işkencelerle aşağılayarak öldürecekler. Ölümden de bin beter edecekler onu. Bu yoz kasabalılar, ben bunları çok iyi tanıyorum, öç almaları yaman olur. Bunlar insanlığın dışına düşmüş, hiçbir hayvanın da…”

“Onu kurtarmak mümkün değil mi?”

“Dur hele, dur Ali, gün doğmadan neler doğar. Dur hele dur, o kadar üzülüp de kahretme kendini. İnce Memeddir o.”

“O bir çocuktur, iyi, temiz yürekli bir çocuk. Bu iş burada bitti. Ben de o Mahmudu yaşatırsam bana da Topal Ali demesinler.”

“Dur hele dur Ali. Ben şimdi Belediyeye gidiyorum. Sen de çarşıya çık. Dur Ali, üzülme, biz de varız. Gün doğmadan neler doğar.”

Yüzbaşı Faruk çok üzgündü. Kaymakamın, Belediye Başkanının, ötekilerin dediklerini hiçbir zaman yapamayacak, can-darmalarını alıp Deveboynunda Mahmut Ağayı, Yüzbaşı Şevketi karşılayamayacaktı. Arif Saim Bey, Vali, İl Candarma Komutanı, İçişleri Bakanı da emir verse bu işi yapamayacaktı.

“Asım Çavuş, bir olay çıkmalı bu gece kasabada. Biz de askerimizi çekip ya şu yana, Düldül dağına doğru gitmeliyiz, ya da ovaya aşağı inmeliyiz.”

“Olur Yüzbaşım. Ali Onbaşı bu gece sivil giyinip başına kırmızı bir fes takar, geçer kasabanın üst başına sabaha kadar kasabayı kurşunlar. Biz de onu Hemite dağına, Osmaniye üstüne doğru kovalarız.”

Yüzbaşı kıvançlanmıştı. Ne olursa olsun, kendisine haber vermeden İnce Memedi yakalamaya dağa çıkan Mahmut Ağayı, ona yardakçılık eden, üstelik de kendi bölgesine girerekten eşkıya avlayan o işgüzar Şevketi karşılamayacaktı. O, önce İnce Memede fiske bile vurdurmayacak, ne boynuna ip takılıp kasabada dolaştırılacak, ne ona kimse tükürecek, ne de onu en küçük bir biçimde de olsa kimse aşağılayabilecekti.

“Biz gidiyoruz Yüzbaşım. Biz kasabada yokken bu katil İnce Memede neler yaptırmaz ki…”

“Hiçbir şey yaptıramaz,” diye yumruklarını sıktı Yüzbaşı.

608

“Ben Kaymakama tembih ederim, o da benim sözümden çıkamaz. Kasaba dışına çıkmasak da, o katili karşılamasak… Onu da ele aleme ilan etsek… Olmaz, değil mi? O zaman kıskandı da Yüzbaşı… Demezler mi?”

“Derler.”

“İnce Memede en küçük bir hakarette bulunsunlar da göreyim onları. Hepsini deliğe tıkarım.”

“Korkarlar.”

“Üstelik de İnce Memedi astırmayalım, Asım Çavuş, öyle değil mi? Onun Abdiyi, Ali Safayı, Kel Hamzayı öldürdüğünü gören var mı?”

“Yok. Hiç kimse onun karıncayı incittiğini bile görmemiştir.”

“İstersek onu beraat bile ettiririz.”

“Ettiririz Yüzbaşım.”

“Bana haber vermeden İnce Memedi yakalamak nasıl olurmuş, görsünler.”

“Bu gece kasabadan çıkıp gidecek, birkaç gün de dönmeyeceğiz, öyle mi Yüzbaşım?”

“O Mahmut Ağayı, o katili, o köyleri sürgün eden sömürücüyü, o halk ve insanlık düşmanını karşılayacak değilim ya… Her bakımdan bizim, o gelirken kasabada olmamamız daha iyi. Bir asker bir katilin elini sıkmamalı. Bir asker bir eşkıyayı bir katilden teslim almamalı.”

Çarşıda bir uyurgezer gibi dolaşan Topal Ali neredeyse kahrından ölecekti. Yukarlardan, dağlarlardan kim geliyorsa İnce Memedin yakalanma haberini getiriyor, herkes kendince başka başka biçimlerde onun yakalanışını anlatıyordu.

Belediyede toplanmış kasaba ileri gelenleri de artık İnce Memedin yakalandığından şüphe etmiyorlar, Mahmut Ağayı nasıl karşılayacaklarını, ona nasıl görkemli bir tören düzenleyeceklerini düşünüyorlardı.

Murtaza Ağa, Zülfü, Taşkın Halil, ötekiler, bu olaydan dolayı buruktular. İnce Memedi bu adam yakalayacağına, keski İnce Memed dağlarda kalsa da, bunlar da ölüm korkusundan geberseler, sokağa çıkamasalardı. Herkesin içinden de bu, buna benzer düşünceler geçiyor, kimse de yüreğindekini dışarıya vu-

609

ramıyordu. Şimdi artık Mahmut, Arif Saim Beyin, Ankaranm gözünde bir iyice milli kahraman olur, isterse eğer onu milletvekili de yaparlardı. İşte o zaman yaklaş yaklaşabilirsen Çiçek-lidereli Mahmudun yanına. Artık, o isterse Çukurovadaki, To-roslardaki bütün köyleri sürgün edebilirdi. Çarşıda daha şimdiden onun yiğitliği üstüne destanlar düzülmeye başlamıştı. “Çangal bıyığını burar, atına adam çiğnetir, buna Mahmut Ağa derler, parmağında dünyayı oynatır.”

“Yüzbaşıya yüreğim acıyor.”

“Git de avını elinden al onun.”

“İnce Memedi kimseye haber vermeden git de sen yakala.”

“Olur mu böyle şey!”

“Yüzbaşı da, bu soylu, öz Türk kanlı bu Yüzbaşı da böyle ağır bir hakareti de onun yanma bırakırsa, ben de ona Yüzbaşı Faruk demem.”

“Olamaz.”

“Bırakamaz.”

“Durun hele,” diye gürledi Murtaza Ağa. “Durun hele arkadaşlar, İnce Memed daha gelmedi kasabamıza, hapisane-ye girmedi. İnce Memedi o dağlardan indirip de kasabaya getirmek, bir alay candarma da olsa yanlarında kolay mı sanıyorsunuz? Azıcık sabırlı olalım ve hem de bekleyelim. Kim bilir o dessas İnce Memedi ne hilelere başvurarak yakalamıştır. Yüzbaşı diyor ki, İnce Memede hiçbir hakarette bulunamayacak kimse, diyor. Muhterem Yüzbaşımız Faruk Bey diyorlar ki, o aslan yavrusu Memedi mahkum etmek için elimizde hiçbir delil yok, diyor. Onun Abdi Ağayı da, Kel Ham-zayı, Ali Safa Beyi de vurduğunu gören bir kimseyi şimdiye kadar bulamadık, diyor. Evet, doğru söylüyor. Böyle olunca bu adamı adil Türk mahkemesi nasıl mahkum edecek? Sen söyle Taşkın Halil Bey, sen hem büyük bir hukukçu, hem de Milli Mücadele kahramanısın. Cumhuriyetimizin hem de gözbebeğisin, sen söyle.”

“Delil yoksa İnce Memedi kimse mahkum edemez.”

Molla Duran Efendi:

“Onu, bu kadar ünlenmiş bir eşkıyayı bırakabilecekler, demek?”

610

Taşkın Halil Bey sağ elini yeni kabaran göbeğinin üstüne koyup Molla Duran Efendiye döndü:

“Delil yoksa ne yapabilir mahkeme?” diye sordu. “Hele böyle kılı kırk yaran bizim Hakim gibi bir hakime düşerse, o hiç kimseyi, babasını bile, devleti bile dinlemez, kanun neyse onun bütün gereğini yerine getirir, İnce Memedi de kimsenin gözünün yaşma bakmadan bırakır.”

“İnce Memedi dağlardan alıp getirebilirse o Mahmut, o Mahmudun kim olduğunu tekmil bu kasaba bilir,” diye konuştu Zülfü. “Hiç kimse bu zavallı köylü çocuğunun aleyhine bir tek delil bulamayacaktır. Eğer bir ülkede adalet yozlaşırsa, o memleketin dibi oyulmuş demektir. Adaleti çökmüş bir milleti yok olmaktan hiçbir güç kurtaramaz. Kanun karşısında eşkıya İnce Memed de birdir, Başvekil İsmet Paşa da… O zaman öyleyse kim, hangi kuvvet İnce Memedi mahkum edebilir? Yakında İnce Memed de, bu talihsiz kişi de, bu halkımızın bir ermiş mertebesine yükselttiği mübarek insan da bizim gibi hür, serbest bir vatandaş olarak bu topraklarda dolaşacaktır. O bir şehit yavrusudur. Dedesi Çanakkalede, babası Yunanda, bir amcası Sarıkamışta, dayısı Kanalda, öbür amcası Galiçyada kalmıştır. Bütün bunlardan ötürü bu vatanda hür ve serbest dolaşmayı o hepimizden daha çok hak etmiştir. İcap ederse ben onun için Hakim Beyle de, Arif Saim Beyle de görüşeceğim. İcap ederse ben onun için Ankaraya kadar giderim. Siz hiç üzülmeyin, ben İnce Memedi, bu mübarek kişiyi, o Çiçeklidereli Mahmuda yedirmem, o kan içiciye, o zalim, o köyleri sürgün edene, o sülük gibi bütün bu dağların, ovanın kanını somurana… Tanrı şahidim olsun ki, şu koca ovadan ona, bundan sonra da değil bir dönüm, bir karışlık bir toprak parçasını bile vermeyeceğim.”

Belediyeden sonra konuşmaları gece geç zamanlara kadar da lokantada içerek sürdürdüler.

Sabah olurken de karşı tepeden bir cayırtı koptu. Eşkıyalar gene kasabayı basmışlardı. Yüzbaşı yarından tezi yok kasabayı basanları izlemeye çıkacak, o sırada da Mahmut Ağa kasabaya gelecekti. Kasaba ileri gelenleri de ister istemez, Yüzbaşıyı karşıladıkları gibi değilse de, onu gene görkemli karşılayacaklardı. Yüzbaşının kasaba baskını oyununu oynayaraktan böylece ay-

611

rılması iyi olacaktı. Onun yanında kimse Mahmut Ağayı ku-caklayamaz, coşamaz, onu gökyüzüne çıkaramazdı. Öyle görkemli karşılayamazlar, kasaba bayraklarla donatılamaz, Turgut Saim o göz yaşartıcı söylevini, yırtınarak, kendini paralayarak, ölüp ölüp dirilircesine söyleyemezdi. Bütün bunları yapsalar da tadı olmazdı. Genç, Cumhuriyet çocuğu Yüzbaşıya karşı biraz ayıp olurdu. Zaten Mahmut Ağa İnce Memedi yakalamakla ona yapacağını yapmıştı.

Molla Duran Efendi eve gece yarısından sonra ancak gidebildi. Topal Ali gözleri şişmiş, yüzü bir iyice kırışmış, on beş yaş daha kocamış, onu bekliyordu.

“Haydi gözün aydın Ali, müjdemi isterim.”

“İnce Memed kaçmış mı?”

“Kaçmamış Ali.”

“Ya ne olmuş öyleyse?”

“İnce Memed Abdi Ağayı öldürmedi mi?”

“Benim bildiğim…”

“Senin ne bilip bilmediğini bilmem. İnce Memed Abdi Ağayı öldürmemiş. Kel Hamzayı da, Ali Safayı da öldüren İnce Memed değilmiş.”

“Hiçbir şey anlamıyorum, Efendi.”

“Ben de anlamıyorum Ali ya, dur da sana anlatayım anla-tabilirsem.”

Molla Duran Efendi gitti sedire oturdu, doksan dokuzluk tespihini eline alıp dualar okumaya başladı.

“Gel yanıma otur, Ali. İnce Memedi Çiçeklidereli Mahmut Ağa yakalayınca burada bizimkiler öldüler dirildiler. Yüzbaşı da çok öfkelendi, onu karşılamamak için bir oyunlar çevirecek. Emir vermiş Yüzbaşı, İnce Memede kimse…”

Her şeyi olduğu gibi baştan sona anlattı.

Ali:

“Her şey aklıma gelirdi de işte bu gelmezdi.”

“İnce Memedi de yanımıza alırız.”

“O zaten hiç eşkıyalık yapmak istemiyordu, bu iyi oldu.”

“İnce Memed beş altı yıl çok işimize yarar. Ondan sonra eşkıya, ermiş değil de peygamber olsa da unutulur. Beş altı yıl da bize yeter de artar bile.”

612

Sabaha kadar uyumadan konuştular, tasarımlar kurdular, düşler, çiftlikler gerçekleştirdiler.

Ali uyumadan çarşıya çıktı, camiye gidip sabah namazını orada kıldı. Namazdan sonra berber Kör Salihe uğradı. Berbere daha hiçbir müşteri gelmemişti, Kör Salih onu güzelce bir tıraş etti. Tıraş ederken de durmadan konuştu.

“İnce Memed beraat edecek. Bir eşkıya adam, dağa alışmış adam düzde ne yapabilir ki…”

“Daha o çok genç, bir çocuk o.”

“Demek Abdi Ağayı, Ali Safayı da o öldürmedi?”

“Öldürmedi,” diye kesin konuştu Ali. “O, karıncayı bile incitmez, nereden adam öldürecek… İftira.”

“İftira bir ateşten gömlek,” dedi Kör Salih hayıflanarak.

Ali Kör Salihe para verdi, berber Aliden para almadı. O çıktıktan sonra dükkana Murtaza Ağa girdi, girer girmez de:

“Salih, Salih, kardaşım Kör Salih,” dedi, “insanoğlu yanı-lan bir yaratıktır. Ne çok yanılmış da, ne kadar çok korkmuşuz. Meğer İnce Memed hiç kimseyi öldürmemiş.”

“Ben de biliyorum Ağa, o karıncayı incitmemiş bir kimsedir. O küçük bir delikanlıdır, bu koskocaman Ağaları nasıl öldürür ki?”

Murtaza Ağa biraz düşündü, bıyıklarını sağa sola oynattı:

“Herkes biliyor bu Ağaları, Beyleri kimin öldürdüğünü. Bir biz bilmiyormuşuz. Daha doğrusu bir ben bilmiyormuşum. Yüzbaşı da, Taşkın Halil Bey de, Molla Duran da, Zülfü de, An-karadaki Arif Saim Bey de, bütün Türkiye biliyormuş, bes bir ben bilmiyormuşum. Benim de onun adını söylemeye dilim varmıyor.”

“Kim Ağa? Kurbanın olayım söyle…”

Ağa nazlandı.

“Kimdir o, Ağa? Ben, ben, ben nasıl olur da ben bilmem? Bu kasabada benim bilmediğim bir şey olabilir mi, söyle kulun olayım.”

“Diyorlar ki, bütün kasaba, bütün Çukurova yediden yetmişe onu konuşuyor, maalesef, diyorlar ki, Abdi Ağayı, Ali Safayı da, Kel Hamzayı da öldüren Çiçeklidereli Mahmuttur, diyorlar.”

613

“Vay anasını!” diye bağırdı Kör Salih. “Bunu bilmeliydim işte. İnce Memed gibi ayağı çarıklı bir garibanın bu kaplan gibi Ağaları öldüremeyeceğini bilmeliydim. Nasıl, nasıl oldu da bu kadar atladım? Kendimi ölünceye kadar bağışlamayacağım. Talip Beyi kim öldürdü öyleyse?”

“Bu kadar ahmak olma Kör Salih,” diye ona çıkıştı Murta-za Ağa. “Ayıp etme artık’. Artık onu da kimin öldürdüğünü sen bul.”

“Vay be, onu da Mahmut Ağa ha? Vay namussuz kan içici adam vay! Diyorlar ki Mahmut Ağanın o kadar çok altını varmış ki hepsini de bankaya koymuş, on bir sandık… Doğru mu?”

“Herkes biliyor, var. Nasıl olmasın, onun sülalesi yüz yıldır Torosu soyuyor. Artık Çukurova da ona kaldı. Bundan sonra da bütün Türkiyeyi soyar soğana çevirir. Bundan sonra bu kasabada onun önüne duracak bir kuvvet yok. Bundan sonra o daha çok, daha çok kaplan gibi Ağaları öldürmeye devam edecek.”

“Allah seni esirgesin Ağa.”

Murtaza Ağa boynundan kuyruksokumuna kadar ürperdi.

“Dilim varmıyor ya, Allah bizi bu adamların elinden kurtarsın. Zavallı İnce Memed, zavallı çocuk bihakkın bu dağlarda aç kurt gibi yıllarca kovalandı, bok yoluna. Ne haksızlık, ne vicdansızlık, ne zulüm, ne adaletsizlik.”

Tıraşı bitti, berber Kör Salih hiç konuşmadan eski bir fırçayla onun üstündeki kılları aldı.

“Hırslı, doymaz insanlar, gözlerini toprak doyursun. Onu, o zalimi, o kan içiciyi bir de merasimlerle karşılayacağız, milli kahraman ilan edeceğiz Çiçeklidereli katili. Hay Allah, şu başımıza gelenlere bakın! Bir katil, bir masumu yakalamış diye merasimler yapıyoruz. Ne yapalım bizim milli geleneğimiz bu, Oğuz dedelerimizden bu yana göreneğimiz bu.”

Çarşıda esnafın bir kısmı dükkanlarına ay yıldızlı kırmızı bayrakları çekmişlerdi bile. Dağlardan murt dallan, yaban çiçekleri getirilmiş, taklar dikilmişti. Ustalar hırsla çalışıyorlardı. Pazaryerine kürsü kurulmuş, kürsünün üstü, yanı yöresi bayraklarla örtülmüştü. Davulcular pazaryerine daha gün doğmadan gelmişler, sabırsızlanıyor, bir sorumlu kişinin, çal demesini

614

bekliyorlardı. Köylüler dağlardan, ovalardan daha şimdiden kasabaya çekilmeye başlamışlardı.

Öğleye doğru bütün hazırlıklar bitti. Herkes heyecan içindeydi. Artık kasaba, bunca zamandır beklediği İnce Memedi görecekti. Çiçeklideresinden Mahmut Ağayı da daha iyi, daha yakından tanıyacaktı.

Çarşının ortasına üç tane tak kurulmuştu, yemyeşil, mavi susamlarla, yaban çiçekleriyle, kasımpatılarla donatılmış, her zamankilerden daha güzel. Kurbanlar hazırlanmıştı, koyun, keçi, boğa… Boğayı Murtaza Ağa Mahmut Ağanın ayaklan dibinde kestirecekti.

Taşkın Halil Bey:

“Olamaz,” diyordu. “Bile bile bir katili biz böyle karşılayamayız. Ankara duyarsa bunu, bizim için hiç de iyi olmayacak.”

“Ya ne yapalım, adam İnce Memedi almış getiriyor, zincirlemiş onu kanlı katiller gibi.”

“Ab keski Yüzbaşı gitmeseydi.”

“Ne olurdu?”

“Bir katili karşılamamıza müsaade etmezdi.”

Belediye Başkanı:

“Ben de etmiyorum,” diye dikeldi. “O adam, o katil bu kasabaya sessiz sadasız, bir tabut gibi girecektir. Bundan Yüzbaşı da çok memnun olacaktır.”

“Öyleyse bayraklar indirilsin.”

“Taklar sökülsün.”

“Davulcuları def edin.”

“Çok güzel olacak, böyle bir karşılama bu adama.”

“Onun İnce Memedi yakaladığını Vali duymayacak.”

“Ankara bilmeyecek.”

“Tıs yok.”

“Sorarlarsa inkar ederiz.”

“Belki de kendi içeriye girecek.”

“İnce Memed de…”

Belediye Başkanı, “Siz beni burada bekleyin,” diye dışarıya çıktı. Bu görkemli takların yıkılmasına bizzat nezaret edecekti. Çarşının ortasında yeşil bir daim, bir tek çiçeğin, bir bayrağın bile asılı kalması bu katile büyük bir onur vermek olurdu. Çar-

615

şıya aşağı hızla yürürken karşısından gelen, atı kan köpüğe batmış atlı doludizgin giden atının başını onun önünde çekti, atından da hızla kaldırıma atladı.

“Felaket Reis Bey, felaket,” dedi.

“Ne oldu?”

“İnce Memedi kaçırdılar.”

“Gel Belediyeye gidelim.”

Belediye Başkanı önde, haberci arkada^ körük gibi soluyan atı bir memura bırakıp salona girdiler.

“Kaçmış,” dedi Başkan.

“Kim?”

“İnce Memed.”

Herkes ayağa kalktı, haberciye soru üstüne soru yönelttiler. Haberci, onun yalnız, onun ve arkadaşlarının Mahmut Ağanın Çiçeklideresindeki kale gibi konağından, elleri ayakları zincire vurulmuş, kapıda da on altı silahlı adam beklerken kaçırıldıklarını biliyordu. Mahmut Ağa ona bu kadarını söylemişti. Bu haberciden sonra kasabaya haber üstüne haber gelmeye başladı. Her önüne gelen İnce Memed üstüne bir haber getiriyor, her haber de önce çarşıyı bir anda dolaşıyor, sonra da kasabanın en uç mahallesindeki en küçük eve kadar ulaşıyordu.

Murtaza Ağa Belediyeden doğru çarşıya koştu:

“İndirmeyin bayrakları,” diye bağırdı. “Muhterem Mahmut Ağa İnce Memedi elinden kaçırmış. Takları da daha güzel süsleyin.”

Pazaryerine geldi. Pazaryerinin alanı kalabalıktı, davulcular, zurnacılar beklemekten yüzleri kararmış, yorulmuşlardı.

“Çalın!”

Dağlardan ak libaslar giyinmiş kadınlar iniyorlardı gecenin karanlığında, bir ellerinde yalın kılıçlar, öteki ellerinde ışıklar. Kadınlar dağlardan, yamaçlardan, aşağı ovadan çekildiler geldiler, çekildiler geldiler, köyün alanını, ev aralarını, arkadaki kayalığı doldurdular. Sonra da ardından Mahmut Ağanın kale gibi konağını sardılar, duvarlarını yıktılar, silahlı adamlar onları görünce durdular kaldılar, yerlerinden kıpırdayamadılar bile. Ak libaslı kadınlar gittiler İnce Memedle arkadaşlarının zincirlerini kopardılar, aralarına aldılar, çakmaktaşından kayalıklı

616

dağlara çekildiler gittiler. O sayısız ak libaslı kadınların her birisinin üstünde de bir kırmızı kartal dönüyordu gecenin arkasında yalımlar saçarak.

Mahmut Ağa İnce Memedi yakaladığında yağmur yağıyordu. Dağ başıydı, karanlıktı. Soğuk, dondurucu bir yel esiyordu. Memed kaçıyor, Mahmut Ağa onu kovalıyordu. Memed kaya kovuklarına, ağaçlara, mağaralara saklanıyor, Mahmut Ağa, o neredeyse eliyle koymuş gibi bulup çıkarıyordu. Memed ne yapacağını, nereye saklanacağını bilemiyor, kayalıklarda dönüp duruyordu. Sonunda Ferhat Hoca işi anladı, “Görmüyor musun Memed,” dedi, “parmağındaki yüzük seni ele veriyor. Nereye gitsen, nereye saklansan, ateşböceğinin götündeki ışık gibi elindeki bu yüzük gün gibi ışıyarak…” İnce Memed, “Ben bu yüzüğü parmağımdan çıkaramam. Çıkarırsam eğer, Mahmut Ağanın pireyi vurur nişancıları beni delik deşik ederler.” İnce Memed yürürken bir aydınlık selinin ortasında kalarak, gün gibi ışıyarak öyle yürüyordu. Mahmut Ağa onu bir duvara dayadı, yirmi yedi adamının yirmi yedisini de önüne dizdi, ateş, dedi. Yirmi yedi kurşunun yirmi yedisi birden sapır sapır yere döküldüler. Ateş, ateş, ateş… Mahmut Ağa hırsından kudurdu. Işık içinde balkıyan Memed gülüyordu. Bunun üstüne büyük kamasını çekti Mahmut Ağa, uzağa çekildi, gerindi, gerindi, İnce Memede gelha eyledi. Kama, çeliğe gelmiş gibi ortadan küt diye kırıldı. Ateşe attı kamayı Mahmut Ağa, o dağ gibi yığılmış közlerin içinden seher vakti açmış, üstü çiyli iri apak bir gül gibi açtı, esen yelde ığralanmaya başladı. Elini kolunu zincirleyerek, en yüksek uçurumun başından onu derin suya attı Ağa, o elini kolunu sallayarak bir ışık yumağı içinde, yöresine kıvılcımlar fışkırtarak geriye geldi. Mahmut Ağanın onun parmağındaki yüzükten haberi yoktu. Dört yanında pembe kiraz çiçekleri açtı. Çalılar, otlar, çamlar, kayalar, akarsu, toprak, gökyüzü, yeryüzü, bulutlar hep birden çiçeğe durdular, evren ağzına kadar çiçekle doldu.

Çaresiz Mahmut Ağa ağlamaya başladı, bu başıma gelen nedir diye.

Kısa boylu, apak, uzun sakallı asık yüzlü bir Derviş çıktı ortaya. Senin gücün buna yetmez, dedi Mahmuda. Çünkü sen

617

eli kanlı birisisin. Baksana kör adam, İnce Memed bir ışık denizinde yüzüp durur. Kısa boylu Derviş, gel buraya Mahmut, diye buyurdu. Mahmut onun huzurunda hazır ola geçti, el pençe divan durdu, boyun kırdı, buyur pirim, dedi. Sen öldürmedin mi Abdiyi, söyle bana? Ben öldürdün pirim. Kel Hamzayı, Ali Safayı, Talip Beyi sen öldürmedin mi? Ben öldürdüm. İnce Memed, sağ ol sen pirim, dedi. Aşağıda, ovada ak libaslar giyinmiş binlerce, yüz binlerce kızoğlan kız arasına karıştı gitti. Ak-denizin kıyısına vardılar, portakallar hep birden çiçek açtılar, yer gök, deniz çiçeğe kesti. Kızoğlan kızlar hep birden denize türküler söylediler, deniz onların ayaklarının dibine geldi. Taa buradan Torosa kadar incecik bir mavi aldı ortalığı. Maviye yürüdüler. İnce Memed ışığı ortalarında parlıyordu, uzaklarda yittiler gittiler.

Ferhat Hoca kolundan yaralıydı. Şişmişti. Acısından yerinde duramıyor, dişlerini sıkıyordu. İnce Memedin zincire vurulduğunu, Mahmut Ağanın kalesine hapsedildiğini duydu. Dağlardan aşağıya yürüdü. Onunla birlikte köylüler, taşlar kayalar da birlikte iniyordu Çiçeklideresinin üstüne. Köyün içini ağzına kadar candarmalar doldurmuşlardı. Ferhat Hocanın taşlarla, kayalarla, yer götürmez insanla köye indiğini görünce korkularından deliye dönüp, soluğu aşağıdaki ovada aldılar. Hocadır, İnce Memedin hapsedildiği kaleye gitti, açılın ya kapılar, dedi, kapılar açıldı. İnce Memed bir köşeye sinmiş, korkusundan gözleri ışılıyordu karanlıkta. Ferhat Hocadır, silinin ya karanlıklar, dedi, karanlıklar silindi, bir top ışık altındaki İnce Memed gözlerini kirpiştirdi. Çözülün ya zincirler, zincirler İnce Memedin üstünden sıyrıldılar, olduğu gibi yere düştüler. Hışım gibi yağmur yağdı. Ferhat Hoca, İnce Memed, ötekiler dağın doruğuna çıktılar. Buradan Düldül dağına, oradan Aladağa görkemli gökkuşakları uzandı. Gökkuşakları bütün gece gün ışıyıncaya kadar da gökyüzünde yalp yalp ederek, tekmil yıldızlarla birlikte savruldular.

İnce Memed nereye yönünü dönse orada kendi boyundan da uzun bir çiçek açıyor, üstünde incecik, salkım saçak gökkuşakları dönüyordu.

Yağmur yağdı, sellerden sonra ak çakıltaşları çıktı ortaya.

618

Kaymakam, Belediye Başkanı, yargıçlar, savcı, öğretmenler, Murtaza Ağa, Taşkın Halil Bey, Zülfü, ötekiler Mahmut Ağayı yukardaki çınarın orada karşıladılar. Mahmut Ağa yorgun, sarı bir yüzle atından indi, ona karşıcı çıkanlarla kucaklaştı. Arkasındaki atlıları put gibi kıpırdamadan oldukları yerde, başları önlerinde duruyorlardı.

Kaymakam, Mahmut Ağa, Belediye Başkanı, Murtaza Ağa, Molla Duran Efendi, Hamza Dayının otomobiline sıkışarak Murtaza Ağanın evine, o üç görkemli takın altından geçerek yollandılar, onlar takın altından geçerlerken davullar, zurnalar da başladı, esnaf, bu güzel günü kutlamaya gelenler de yollara dökülmüşlerdi, kıyamet alkışladılar.

Büyük bir şölen hazırlanmış, cicim sofralara bakır siniler konmuştu. Yemeğe oturmak için geride kalan arkadaşlarını beklediler. Onlar daha yeni soluklanmışlardı ki ötekiler yetiştiler. Murtaza Ağa, o eli kanlı, iri, can, vatan millet düşmanı İnce Memedi yakalamış arkadaşı yiğitler yiğidi Mahmut Ağa için öyle yemekler pişirtmişti ki yiyen beş parmağını da birlikte yer, öyle lezzetli.

Mahmut Ağanın adamları dört yandan İnce Memedin yerini ona haber veriyorlardı. Bütün dağlar da, o Kırkgözün piri olacak orospu yüzünden İnce Memedi tutuyor, onu saklıyordu. Mahmut Ağa tam yedi kere kapana kıstırdı o kan içiciyi. Beriki hem cıva gibi bir adam, hem de bütün bu fakir Toroslar onun yanında. O orospu Anacık Sultan yüzünden de, onun yarasını Anacık Sultan iyi eylemiş, ocağın mührünü de ona vermiş, işte bundan dolayı da bu kanlı katil bir ermiş olmuş çıkmış. Ama meramın elinden ne kurtulur ki, sonunda Mahmut Ağa onu Çi-çeklideresinde yakalayıp zincire vurmuş, kendi kale gibi konağına da, yedi kapı arkasına hapseylemiş. Ve gece yarısı bir gürültü kopmuş, Mahmut Ağa dışarı çıkmış ki ne görsün, bütün köylüler yediden yetmişe dışarda bekleşip dururlar. Konağın yöresini de almışlar, köyü hıncahınç doldurmuşlar. Sonra dağlardan, aşağı ovadan daha çok, daha çok insanlar akmış gelmişler, akmış gelmişler. İğne atsan adamdan yere düşmüyormuş. Ayağı çarıklılar kalabalığı da nedense gittikçe öfkeleniyor, homurtuları uğultuya dönüşüyormuş. Sabah olmuş gün açılmış

619

ki, Mahmut Ağa ne görsün, dünya bir adam denizi olmuş. Ne yapsın Mahmut Ağa, atma binmiş, adamlarını yanına almış, kalabalığı yararak, canını köyün dışına zor atmış. Bir de bakmış ki, ne görsün, kalabalık, başta da kendi köylüleri, hepsi onun köylüleri ya, hepsi de onun nam nimetiyle perverde olanlar ya, konağa yürümüş, bir kapanmışlar, sonra da kalkmışlar, konağın yerinde yeller esiyor. Bu, ejderhadan korkmayan Mahmut Ağanın, o azgın kalabalıktan ödü patlamış. İnce Memedi, Ferhat Hocayı almış kalabalık, hiç durmadan, Mahmut Ağanın gözünün önünden, zincirleri parçalayarak dağlara çekilmiş gitmişler.

Murtaza Ağanın rakı kadehini tutan eli titriyor, ağzına kadar dolu kadehten yöreye rakılar saçılıyordu. Taşkın Halil kıpkırmızı kesilmiş, boyun damarları şişmiş, elinde bir keklik bu-du öyle kalakalmıştı. Molla Duran Efendi bir yandan tespihini çekiyor, bir yandan sakalını sıvazlıyordu. Zülfü çenesini avuçları arasına almıştı. Kaymakam bir şeyler homurdanıyor, Savcı şaşkınlığını gizleyemiyordu.

“Ben demedim mi?” diye yakındı Murtaza Ağa. “Söyleyin, ben demedim mi yılanın başı küçükken ezilmeli? Şimdi artık bundan sonra Kuyucu Murat Paşa da gelse para etmez. Ayağı çarıklılar artık azdılar, dişlerine kan değdi, İnce Memedi Toros kaplanı Mahmut Ağanın bile elinden aldılar. Tamam, bu iş burada biter… İnce Memed artık bundan sonra bu kasabada taş üstünde taş, kelle üstünde baş bırakmaz. Ben söyledim. Ben kendimi paraladım, amanın, dedim, bu köylünün dişine bir kere kan değmesin, amanın yoldaşlar bunlar bizi perişan ederler, dedim. Bana inanmadılar, bana Murtaza korkusundan çıldırmış, karıncayı bile İnce Memed görüyor, dediler, buyurun, alın işte! Oysa bizim çok tecrübemiz vardı. Dişine kan değmiş ayağı çarıklıdan daha zalimi, daha kan içicisi bu dünyaya gelmiş değildir. Benim dedem, salt bir eşkıyayı, Devlete asi Kozanoğlunu yakaladı da Derviş Paşaya teslim etti diye, şu Çukurova bizimle, bizim soyumuzla, itimiz atımızla bile konuşmadı. Kendi elimiz, obamız bile o günden sonra yüzümüze bakmadı. Yahu, yüz yıl geçmiş, daha yüzümüze bakmıyorlar. İşte bundan sonra, şimdi ne yapacağız biz, söyleyin?”

620

Mahmut Ağa rakıyı içtikçe kendine geliyordu.

“O İnce Memedi bir daha yakalayacağım. Yakalar yakalamaz da öldüreceğim, hem de çok yakın bir günde. Çiçeklideresi köyüne de on gün içinde köyü boşaltsınlar diye emir verdim,” dedi, elindeki kadehi sonuna kadar başına dikti.

“O köy yerinde kalırsa olmaz,” dedi Murtaza Ağa. “O İnce Memedi elimizden alıp kaçıran köy cezasını bulmalı. Onların Çukurovaya yerleşmelerine müsaade etmemeli.”

“Onları hudut harici etmeli,” dedi Taşkın Halil Bey. “Bu kadarı da fazla. Bu, basbayağı Cumhuriyete, Devlete, hepimize kafa tutmadır. Bu fiil çok sert bir şekilde cezalandırılmalı.”

“Derhal,” dedi Zülfü Bey. “Bu gaileden, zecri tedbirler almadan kurtulamayacağımız anlaşıldı.”

“İnce Memed kurtulur kurtulmaz da geçen gece eşkıyalar kasabamızı bastılar. Bu hadiseden sonra, İnce Memedin kurtulduğunu bilmeliydik. İşte bu yüzden de Yüzbaşımız, kıymetli kardeşimiz Mahmut Ağayı karşılamak şerefinden mahrum kaldı. Çok dikkatli olacağız bundan sonra,” dedi Kaymakam.

İçki, muhabbet gece yarıya kadar sürdü. Çiçeklideresi köylülerine tanınan on günlük mühlet çoktu. O köylüler derhal köyü tahliye etmeliydiler. Mahmut Ağa bunun mümkün olamayacağını söylüyor, “Ben,” diyordu, “bu yaşa gelinceye kadar çok köy boşalttım. On günden önce ne yaparsak yapalım onlar köyü boşaltamazlar, bize de baş ağrısı olurlar. Benim sizden ricam, onlar Çukurovaya gelirlerse, onların bu altın topraklara yerleşmelerinin önüne geçilmesidir. Bunlar Suriyeye, Iraka, İrana sürgün edilmeliler. Çünkü dağlardan kovulanlar gelir Çuku-rovada köy kurarlarsa mükafatlandırılmış olurlar, tıpkı Sakızlı köyü gibi. Numuneyi imtisal olurlar.”

“Hayır,” diye bağırdı Zülfü. “Sana söz veriyorum Mahmut Ağa, o köylüler Türkiye topraklarından kendilerine bir ayak basacak yer bulamadıkları gibi, bir mezarlık toprak da bulamayacaklardır. Sana söz veriyorum, söz.”

Şerefe kadeh kaldırdılar.

621

Dağlardan, ormanlıklardan çok hızlı yürüyerek Avşarlara gelmişler, büklüğün içine saklanmışlardı. Uzun, tozaklamış mor kamışlar esen ince yelde ırgalanıyorlar, bulutsuz gökte kuşlar, buradan Akdeniz üstüne küme küme uçuyorlardı. İncecik bir otta da bir arı kadar küçük ak bir kelebek kanatlarını açıp kapayarak dinleniyordu. Yorulmuş bitmişlerdi. Bir türlü de onları uyku tutmuyordu. Kasım hep konuşuyor, Memed onu dinlemiyordu. Derin düşüncelere dalmış, kendi içine gömülmüş gitmişti. Kimi zaman o çelik ışıltısı geliyor gözlerine oturuyor, ayağa kalkıp yöreyi dinliyor, başında bir sarı ışık yumağı saçılarak şavklanıyor, toprağa pul pul sağılıyordu.

Kararsızdı. Burnuna çürümüş ot, kamış kökü, saz, çürümüş su, bataklık kokusuyla birlikte portakal çiçeklerinin, Seyranın güneşten yanmış bacaklarının, dik memelerinin kokusu güneşe, sıcağa karışmış geliyordu. Bataklık soluklanıyor, uğul-duyor, toprak sallanıyordu dünya her soluk alışta. Önce Seyrana gitmeli, onun sıcacık koynuna girmeli, gamzeli, gülerken sevgiden, sevecenlikten insanı çıldırtan yüzünü görmeli, karşısına oturmalı, gözlerini kırpmadan kıyamete kadar onu seyreylemeliydi. Seyran böylesi durumlarda hiç konuşmazdı. O da durur, hiç konuşmadan ona öylece bakar kalırdı. Onu bir kere daha görseydi… Belki gideceği yerden bir daha hiç dönemezdi. Seyranı görmeden ölmek ölümden de beterdi. Portakal kokuları, Seyranın güneş kokusu elle tutulacak gibiydi. Yöresindeki her şey silinmişti. Bataklık, dünya, Kasım, küçük kelebek…

622

Ortada yalnız Seyran kalmıştı. Korkmaya da başlıyordu. Seyranı bir daha görememek onu çıldırtıyordu. Çok acıkmışlardı. Yemek yemeden de, aç acına oraya gidilmezdi ki… Şimdi, Seyrana gitmeli, onun yanına varmalı, Seyran ona taze Çukurova sebzelerinden bir türlü yapmalı, onlar da karınlarını bir iyice doyur-malılardı.

Müslüm kasabaya, Topal Aliye gideli çok olmuştu. Bir türlü de gelmiyordu. Yakalanmış mıydı acaba? Yakalanmış da… Yok yok, bu Yörük çocuğunu yakalayıp diri diri derisini yüzse-ler, etlerini kıyma etseler, gözlerini oysalar bile onun ağzından kimse bir söz alamazdı. Gecikmesinin bir sebebi olmalıydı.

“Sabırsızlanma Memed,” dedi Kasım.

“Geç kaldı.”

“Az sonra gelir.”

Müslümün ay ıslığını yakında duyacaklardı. Müslüm gelince de buradan doğruca Seyrana gidecekler, ona bir yemek yaptıracaklar… Seyranın yemeğinin kokusu geldi burnuna… Seyranı candarmalar bekliyorlarsa, gene bir yakalanırlarsa Çi-çeklideresinin durumu neye varırdı… Sarı Çavuş onu bağışlamış görünüyordu. Ama ötekiler, kıyamete kadar onu bağışlayamayacaklardı. Belki de bin yıl, iki bin, üç bin yıl onun adı anıldıkça kargışlar okuyacaklardı ona. Ama Seyranı da görmeden olmazdı. Aç aç da bir şey yapılmazdı ki…

İkircik cehenneminde yanıyor, bataklığın dışına çıkıyor, bir kamış kümesinin arkasına gizleniyor, yolları gözlüyordu. Müslüm görünürlerde yoktu. İçine kurt düşüyor, Kasımın yanına gidiyor, ya bataklığı candarmalar sararlarsa diye düşünüyordu. O zaman hiçbir kurtuluşları yoktu. Sığındıkları bu bataklık yer, bu büklük küçücük, ada gibi bir yerdi. Dört bir yandan kuşatı-lırlarsa kurtulmanın mümkünü yoktu. Candarmalar, köylüler onları sararlar, çıkacak bir delik bile bırakmazlar, burada bataklığın içinde boğarlardı onları. Seyranın yanı, Vayvay köyü daha güvenli değil miydi? Orada sarılsa bile, bir koca köy vardı yanlarında, geceleyin dışarıya sızarlar, Akçasazı, Anavarzayı tutunca belki de kurtulabilirlerdi, geçen seferki gibi. Burada kapana kısılmışlardı. Tedirgindi. Kasıma da bir şey söyleyemiyordu. Kasımsa Aladağdan serindi, dingindi. Hiçbir şey olmu-

623

yor gibi sırtını bir kamış köküne dayamış, bacaklarını da upuzun uzatmış, gözlerini yummuştu. Kendisindeki tedirginliğin ona da geçtiğini bilmiyor değildi Memed. Öteki hiç renk vermiyordu. Aldırmıyor görünmek, korkmadığını göstermek için ya durmadan konuşuyor, ya da böyle gözlerini kapatıp, yüzü kıpırtısız öyle uzanıp kalıyordu. Sonunda içindeki ikirciğe dayanamayan Memed:

“Kasım,” dedi. Kasım gözlerini açtı. “Kasım, ya bizi haber alırlar da burada kuşatacak olurlarsa biz ne yaparız? Bu küçücük büklükten nasıl çıkarız, ben de o zaman Çiçekliderelilerin yüzüne nasıl bakarım?”

“Onların yüzlerine hiç bakamazsın.”

“Benim derdim ölmek değil, keski ölseydim de bu işler gelmeseydi başıma. Ölümümle karşılaşsaydım da o Çiçeklidereli-leri öyle görmeseydim. Ben ölünce benim üstüme öyle bir ağıtlar yakmışlar ki… Hazreti Peygambere bile böyle bir ağıtlar yakılmamış. Sen hiç o ağıtları duydun mu?”

“Nereden duyacağım, duymadım ya söylediler.”

“Ben şimdi öldürülürsem, bu anda, şu bataklığın içinde, bana bir daha ağıt mı yakarlar, kargış mı ederler dersin?..”

“Onun orası hiç belli olmaz.”

“Biz köye girince gördün ya yüzlerini. Hepsinin kanı çekilmişti. Her evden bir ölü çıkmış gibiydiler.”

“Allah başa vermesin onların düştüğü durumu. Allah bizim başımıza verdi, kul olanın başına vermesin. Zor.”

Ya şimdi ölürsek… Karnımız da aç. Gitsek de Vayvaya… Seyran… Seyran bize bir Çukurova türlüsü yapsa… Biz de bir iyice karnımızı doyursak… Ben de… Ben de hiç olmazsa bir kere olsun Seyranın yüzünü görsem, diyecekti, diyemedi. “Ben de işte…”

“Müslümü bekleyeceğiz. Zaten gün kavuşuncaya kadar buradan çıkmak olmaz. Bizi birisi görürse işte o zaman bittik. İşte o zaman Çiçeklidereliler öldüler, diri diri de toprağa gömüldüler.”

“Gerçekten Kasım, onların neydi o halleri öyle, yüzleri? Diri diri toprağa gömülmüş gibiydiler.”

Müslümün ıslığı taa bataklığın öbür ucundan geldiğinde

624

gün çoktan kavuşmuştu. Kasım ona karşılık verdi. Islıklar sustuktan biraz sonra Müslüm yanlarındaydı.

“Topal Ali Ağam size yemek gönderdi,” dedi. “Ben karnımı hemen oracıkta doyurdum. Siz acınızdan öldünüz, değil mi?”

“Öldük,” dedi Memed, hemen onun elindeki çıkını aldı açtı. “Gel Kasım.” Yemeğe başladılar, hiç konuşmadan çıkmdaki-leri sildiler süpürdüler.

“Topal Ali Ağam dedi ki hemen gelsinler. Candarmalarm hepsini Yüzbaşı almış kasabanın dışına çıkmış. Topal Ali Ağam dedi ki, Osmaniye üstüne gitmişler. Mahmut Ağa kasabaya geliyor diye, Yüzbaşı candarmalarını çekmiş, başını da almış gitmiş. Topal Ali Ağam dedi ki, tam sırası, Mahmut Ağa da Mur-taza Ağanın evinde, tam sırası, dedi. Aman bu gece yetişsinler. Gün geçirip fırsat vermesinler zamana. Ben iki atla Kabasakızm altında onları bekliyorum. Mahmut Ağa da adamlarını, dedi Topal Ağam, çiftliğine göndermiş.”

Müslüm sustu, somurttu:

“Benim atım yok,” dedi arkasından da.

Memed ayağa kalktı, daha önce kazdıkları çaykaradan su içti avuçlarıyla.

“Demek Seyranı göremeyeceğim. Belki de onu hiç bir daha dünya gözüyle göremeyeceğim. Ölürsem, bu yüzük sana teslim Müslüm, sen bu yüzüğü ne edip eyleyeceksin Seyrana ulaş-tırıcaksın…” İçini çekti. “Ölümü de burada, Çukurova toprağında bırakmayın. Ölümü Hürü Anaya teslim edin, o ne yapacağını, beni nereye gömeceğini bilir. Bir de Hürü Anaya söyle ki…” Sözünü bitirmedi. “Haydi, düşelim yola.”

Kabasakıza geldiklerinde Topal Alinin karartısını daha uzaktan gördüler. Ulu ağacın altında bir adamla üç at…

Topal Ali önce Memedi, sonra da Kasımı kucakladı.

“Ne yapalım Ali,” dedi Memed, “yazgı böyle imiş.”

Topal Ali güldü.

“Bunu ben hiç istemedim, Ali. Bil ki hiç mümkünüm çarem yok.”

“Allah yolunu açık etsin, kılıcım da keskin…” Sonra taşların üstüne oturdular, Ali, Murtaza Ağanın evini, merdiveni, odayı uzun uzadıya ona anlattı:

625

“Kapıyı ben açacağım,” dedi. “Seni taa odanm kapısına kadar ben götüreceğim. Bir şey olursa Kasımla ikimiz… Üçümüz, kasaba candarmayla dolu bile olsa, biz dağlan tutarız. Meraklanma.”

Memed konuşmadı. Üç kişi atlara bindiler, Müslüm orada

kaldı.

“Sen,” dedi, “Seyran bacına git, her şeyi ona olduğu gibi söyle. Memed diyor ki, de, kusuruma kalmasın. Sağlıcakla kal.” Atlarını sürdüler. Silme ay ışığı aşağı ovayı doldurmuş, dağları aydınlığa boğmuştu, gündüz gibi. Hızla kasabanın içinden geçtiler. Evlerin gölgeleri sokaklara, alanlara düşmüştü. Murtaza Ağanın kapısında indiler. Ali avlu kapısını kolaylıkla açtı. Evin cümle kapısının anahtarı da çoktandır kendisindeydi. Merdivenin başında bir gemici feneri yanıyordu. Ali önden çıktı. Sahanlıkta durdu, “İşte bu kapı,” diye fısıldadı, o aşağı inerken Memed oda kapısını açtı. Karpuzu büyük lamba biraz kısılmış yan duvarda yanıyordu. Kapı açılır açılmaz Mahmut Ağa uyandı, doğruldu, sol dirseğinin üstüne yaslandı, tabancası elindeydi, Memedi görünce öyle kalakaldı. Bu sırada Murtaza da uyanmış, o da onun gibi durmuş Memede bakıyordu.

“Beni tanıdın mı Mahmut Ağa, benim adım İnce Memed.”

Mahmut Ağanın elindeki tabanca son bir gayretle doğruldu, bu sırada da İnce Memedin elindeki filinta üç kere üst üste patladı. Kurşunların yelinden duvardaki lamba söndü. Kurşunlar patlar patlamaz da Murtaza Ağa yorganı başına çekti, yatağın içinde tortop oldu. Memed merdivenlerden indi, Alinin elindeki atı aldı atladı, kasabanın içinden yel gibi çıktı. O kasabadan çıkmış, uzaklaşmış gitmişti ki arkasından kurşun seslerinin geldiğini duydu.

Bütün bir gün, bir gece sapa yollardan, ormanlardan, sel yataklarından at sürdü, gün burnuna Çiçeklideresi köyüne geldi. Köyün orta yerindeki alanın ucunda, uzun kavağın yanı başında durdu. At köpük içinde kalmış, burun delikleri açılmış, göğsü körük gibi iniyor kalkıyordu. Gün doğdu, ortalığı yoğun bir ışık aldı. Kavak ağacının, atlının gölgeleri ipi-

626

leyen, gür akan suyu geçip öteye, günbatıdaki kayalara kadar uzandılar. Köyden çıt çıkmıyordu. Birkaç kız çocuğu, birkaç kadın başlarını kapılardan uzatıp geri çektiler. Karşı dağdan bir kuş sesi geldi, sonra da sustu. Boynu tohtlu turuncu iri bir çoban köpeği toprağı koklayaraktan köyün alt başına ağır ağır yürüdü, evlerin aralarında yitti. Dağın doruğundan kopan ak bir bulut geldi kavak ağacının üstünde bir süre salındıktan sonra yönünü gündoğudaki yüksek dağa döndü, tel tel saçılarak yukarı ağdı. Yeşil, kırmızı tüyleri yalbırdayan bir horoz, bir kül tümseğinden çıkmış hatmi çiçeklerinin yanında eşindi. Horozun, iri çiçekli mor hatminin yöresinde, güneşe gelince çakan, binbir kıvılcımda balkıyan boncuklu azgın bir arı gürültüyle dönüyordu. Suyun altına gün vurmuş, ak çakıl taşlan buradan aşağıdaki düzlüğe kadar ak bir yol gibi kıv-rımlaşarak serilmişti.

Memed atının üstünde öylece durmuş bekliyordu. Esmer yüzünde de pul pul ışıklar, derin çizgilerini iyice ortaya çıkarmıştı. Başı açıktı. Sırmalı fişeklikleri, filintasının namlusunu menevişliyordu.

Kuşluk oldu, vakit öğleye yaklaştı, köyde en küçük bir devinim yoktu. Memed ne yapacağını bilemiyor, orada, kavağın yanında durmuş bekliyor, küllükteki horoz da durmadan eşiniyor, boncuklu arı hızını, vızıltısını artırmış çakarak, kı-vılcımlanarak daha uçuyordu. Bu sırada karşı evden kıpkırmızı giyinmiş, saçları kırk örgülü, mavi boncuklu bir kız çocuğu çıktı, ürkek, ayaklarının ucuna basarak geldi atın önünde durdu, gözlerini hayretle açmış Memede dikmiş orada kalakaldı. Ardından bir kız çocuğu daha geldi. Tıpkı birinci gelene benziyordu. Sonra birer ikişer kız çocukları geldiler, öteki kızların yanına dikildiler. Memed onlara gülümsedi. At başını, kulaklarını dikti. Kuyruğu, yelesi kapkara dökülüyordu. Donu aldı, tüyleri domur domur olmuş, rengi de gittikçe açılıyordu. Çocukların ardından genç kızlar, onların ardından ak başörtülü kadınlar sessizce, akar gibi geldiler, alanı doldurdular. Memedin gözleri kalabalığın içinde o iriyan kadını, Emiş Hatunu arıyordu. Emiş Hatunu suyun öte gecesinde, kavak ağacının gölgesinin ucunda, orada, ak taşın yanında

627

dikilmiş gördü. Atı ona doğru sürdü, kalabalık usulca ikiye ayrılıp ona yol verdiler. Küllükteki horoz eşinmiyor, arı da artık o kadar hızla, dünyayı vızıltıya boğarak dönmüyor, kadınların başları üstünden uçarak köyün alt başına kadar inerek geniş halkalar çiziyordu.

Memed, Emiş Hatunun birkaç adım önünde atının başını çekti:

“Emiş Hatun,” dedi, biraz yorgun, biraz utangaç, “Emiş Hatun, bundan sonra bu köy kıyamete kadar yerinde kalacak. Hakkınızı helal edin.”

Atının başını Yıldızlı dağdan yana çevirdi, doldurdu, köyün içinden al bir rüzgar gibi süzüldü çıktı. Alanda kalan köylüler bir süre daha yerlerinden kıpırdayamadılar, o gözden yitip gidinceye kadar arkasından bakakaldılar.

İkindiüstü köye ilk muştucularla birlikte davulcu Abdal Bayram, zurnacı Cümek de geldi. Haberi alan öteki Toros köylükleri de dağlardan, ovalardan Çiçeklideresine aktılar. Çiçekli-deresi köyü bu kadar kalabalığı alamadı. Kayalıklar, aşağı ova insanla doldu taştı. Gece sabaha kadar davullar çaldı, halaylar çekildi. Mübalağa şenlik oldu. Toroslar şimdiye kadar böyle bir şenliği görmemişlerdi.

Sabah oldu gün açıldı, Sarı Çavuşu yatağından aldılar, koluna girip kalabalığın ortasına götürdüler. Sarı Çavuş:

“Uşaklar,” dedi, “öteki köylüler, İnce Memed atma binip de gözden ırayıp gidince bir şeyler yaparlarmış…”

Bu söz üstüne delikanlılar karşı çıplak, uçsuz bucaksız yamaca çekildiler, az bir sürede pembe, sarı, kırmızı kurumuş keven dikenlerinden bir tepe yığdılar, Sarı Çavuş çakmağını çakıp öbeği tutuşturdu. Köylüler yamacı doldurmuşlardı, iğne atsan insandan yere düşmezdi. Abdaloğlu Bayram davulunu çalarak, oynayarak, yalımların içine bir batarak, bir çıkarak o eski zaman oyununu oynadı. Kadınlar, el ele tutuşarak, şimdiye kadar görülmemiş dev bir halaya durdular. Yalımlar öbekten yamaca kaydı, bütün dağı bir anda sardı. Dağ yalımlarla dönerek çalkandı.

İnce Memedden bir daha haber alınmadı, imi timi bellisiz oldu.

628

O gün bugündür, Çiçeklidüzü köylüleriyle öbür köylüler kevenli yamaçta, İnce Memedin gittiği gün toplanırlar, büyük bir toy düğünle kevenlere ateş verirler. Yalımlar üç gün üç gece bir sel gibi yamaçta dolanır, bütün dağ tepeden tırnağa ateşe keser, yamaç bir yalım fırtınasında çalkanır, kevenlerden çığlık-.lar gelir. Bu ateşle birlikte de önce Yıldızlı, sonra Çakmaklı, ardından da Boranlı dağın doruğunda birer top ışık patlar. Dağların doruğu üç gece ağarır, ortalık apaydınlık, gündüz gibi olur.

629